O, Azerbaycanla Türkiye arasında bir vuslat köprüsü

1970 li yıllardı, Bakü radyosundan dinlerdik. Özellikle yaşlı nesil, tüm hasretlerini ve özlemlerini onun sesi ve müziği ile avuturlardı. Çocukluk yıllarımdan beridir, onun nağmeleriyle kültürümüzü ve sanatımızı tanımıştık. Gençlik yıllarımda ona ithafen şiirler yazmak, sevdiğim kızın ona benzemesini istemek ve hatta, geceleri onun okuduğu mahnılarla uyumak gibi tutkularım vardı.Kimden mi bahsediyorum; elbette Türkiye ile Azerbaycan arasında ayrılığı ve hasreti aradan kaldıran, Azerbaycan'ın Dünyaca ünlü ses sanatçısı Zeynep Hanlarova'dan bahsediyorum. Türkiye'ye her gelişinde hangi şartta olursam olayım, onun konserlerine gidebilmek için ülkeyi bir baştan bir başa kat etmek, benim için büyük bir zevkti. Aynı formatta konserine hem Ankara'da hem de İstanbul'da gitmek ne güzel duygulardı. Bunu ancak yaşamak gerekir, sözlerle anlatılmaz.  Yine öyle konserlerinden biriydi. Yıl 1989 ve Tokat'ın Halilalan Köyünde öğretmenlik yapmaktayım. Tek kanallı televizyondan akşam haberlerini izliyorum. Her günkü sıradan haberler arasında; "Zenep Hanlarova Türkiye'de," diye bir haber geçti. Manşet arkasına Ankara-spor salonunda ertesi gün akşam saat 19 00 da konser vereceğini  duyunca, adeta kendimden geçtim. Bu konsere gitmeliydim, ama nasıl gidebilirdim? Çalışmakta olduğum köy merkeze 38 km mesafede ve her hangi bir ulaşım aracımız yok.  Gece yakınımızdaki köye (7 km) yürüyerek gideceğim ve sabah 06:00 da köyden gidecek bir minibüse binmeliyim ki, saat 10 00 gibi tokat merkezinde olmalıyım ve idareden izin almalıyım. İzin almak için masum bir yalan "Anam ağır hasta ve Ankara'ya getirmişler!" söyleyerek izin alıyorum. Saat 13:00 te Ankara'ya giden otobüse yetişiyorum ve 6 saatte Ankara'ya varıyorum. Benim salona gitmem 18:40 oluyor ve 19:00 konserine giriyorum. Zeynep Hanlarova sahneye çıktığında adeta kendimden geçiyorum, bir an boşluğunda sahneye fırlıyorum onun için yaptırdığım çiçeği takdim ediyorum ve mikrofonu istiyorum. Onun için yazmış olduğum, "Oxu Zeynebim oxu, aşıqınam men senin" Veten sensen, torpaq sensen, iste ki bu can senin" diye devam eden şiirimi mikrofondan okuyorum. Ertesi gün İstanbul-Abdi İpekçi Spor salonunda aynı formatta konseri var, ben o konsere de yetişiyorum. Adeta onunla yaşıyor, onunla nefes alıyorum.Tüm dünyaya Azerbaycan müziğini ve kültürünü tanıtmada bir eşi-benzeri olmayan Zeynep Hanlarova, Azerbaycan kültürüne aidiyet duyan bizler için bir nefesti, bir can suyu idi. O dönemleri yaşayanlar için bu gün çok çok özel bir nostaljidir, gönüllerimizin sultanıdır.    

Noyabr 27, 2017 12:15

Türk edebiyatı mı, Türkiye edebiyatı mı?

Türkiye cumhuriyeti, Türk kimliği üzerine kurulmuş bir devlettir. Bu konuda tarihe önemli bir iz düşen Mustafa Kemal Atatürk'ü minnetle anıyorum. Ancak, kendimi bildim bileli  kafamda daima soru işareti olarak yaşamakta olan bir konu var ki, bunun cevabını bulabilmiş değilim. Milli Eğitim müfredatımızda, 20. Asra kadar olan dış Türklerin edebiyatını yüzeysel de olsa müfredata konulmuş  ve Türk Edebiyatı adı altında işlenmişken, günümüzde Türk Edebiyatını  Anadolu merkezli Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içine hapsetmesini anlayabilmiş değilim. Geride bıraktığımız yüzyıl içinde dünyada bazı kapalı yönetimlerin bunda payının olduğunu düşünüyorum ancak; özellikle 1990 lı yıllardan itibaren birçok bedeller ödeyerek bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetlerinin var olduğu, iletişimin bu kadar güçlü olduğu günümüzde bu anlayışın devam etmekte olduğunu gördüğümde üzülmekten başka ne yapabilirim, diye kendimi sorgulamaktayım.Türk Edebiyatı denildiğinde benim anladığım ve algıladığım Türk milletine ait olan, özünü Türk olarak gören herkes, eserlerini bulunduğu çoğrafik şartlar altında, Türkiye Türkçesinde yazmamış olsa bile Türk Edebiyatının bir parçası olduğunun vurgulanması gerekiyor. Yüksek öngörü sahibi Mustafa Kemal Atatürk, "Bir gün Sovyetler Birliği dağılacaktır ve bizler ona hazırlıklı olmalıyız." dediğinde, Atatürk sonrasında,Türkiye Cumhuriyeti'nin politikaları bu günün hazırlığında olmamıştır. Şayet olacak olsaydı, Dünya Türklerinin de edebiyatı müfredatımızda yerini almış olurdu, Anadolu Türklüğü de onlar hakkında yeterince bilgi sahibi olurdu.Azerbaycan'a yapmakta olduğumuz gezilerimizde, bir şeyin farkına vardım ki, dünyaca ünlü edebiyatçılarımızdan Nizami Gencevi'yi, Mirza Elekber Sabir'i  Türkiye'de yaşayan Azerbaycan muhaceratından olan bir çoklarımız bile tanımamaktadır. Bu konuda öncelikli olarak biz sivil toplum teşkilatları, üzerimize düşeni yapmalı, çeşitli zeminlerde bu değerlerimiz adına konferans ve paneller düzenlemeliyiz. Sonrasında da Milli Eğitim Bakanlığı aracılığı ile  müfredatlarda yer alması için gerekli girişimlerde bulunmalıyız. Geleceğimizi kültür dokusu üzerine inşa etmek istiyorsak, millet bilincinin toplumumuzun bütünleşmesini sağlayacağına inanıyorsak, hamaset söylemlerinden kurtulup, eyleme dönüştürmek ve de doğru adımlar atmalıyız.Yoksa;  gerçekte olması gereken milli birlikten bahsetmek, hayalden öteye geçmeyecektir. Bir diğer zaafiyetimiz de sivil toplum teşkilatlarını birilerinin tatmin alanı gibi kullanması karşısında sessiz kalmamalı, toplum duyarlılığımızı göstermeliyiz.  

Oktyabr 20, 2017 12:22

İstanbul Azerbaycan Kültür Evi, misyon gezilerine devam etmekdedir!

Azerbaycan'ın Kültür, Sanat, Tarihi ve Doğal güzelliklerinin farkını başta İstanbul olmak kaydı ile, tüm Türkiye'ye tanıtmak amacı ile yapmış olduğumuz çalışmalar istikrarlı bir şekilde amacına uygun yürümektedir. Yapacağımız 5. tur ve bundan sonrasında da şevkle ve de heyecanla yapmayı düşündüğümüz turların artarak devam edeceğini buradan duyurmak istiyorum. Önceliğimiz yaklaşık bir asırdır doğma yurtlarından uzakta kalanlarımıza hasretlerinin dindirilmesi kaydı ile, Türkiye'nin tüm insanlarına Azerbaycan'ın derinliklerinin tanıtılması için misyonumuza uygun faaliyetlerimiz devam etmektedir. Her gezimizin ayrı bir özelliği ve güzelliği ile karşılaşan konuklarımız inanılmaz mutlu bir şekilde Azerbaycan'dan ayrılmakta ve her biri Azerbaycan'ın fahri diasporasına çevrilmektedir. Bizlerin de amacı ve hedefi bu olmalıdır.Hatta, Azerbaycan'da ekonomisini sırf petrole dayalı bir halden kurtarmalıdır. Verimli topraklarını üretime yöneltmeli, tarihi derinliklerini ve doğasını turizme kazandırmalıdır ki, sırf petrole dayalı bir ülke olmaktan kurtulsun.Yapmış olduğumuz gezilerde gözlemlediğim, doğal güzellikleri ve bozulmamış bitki örtüsünün çok özenle ve dikkatlice korunmuş olduğunu, bundan sonra da korunacağını düşünüyorum. Burada doğa harikası bir yerden bahsetmeden geçmeyeceğim. Yeddi Gözel Şelalesi, adeta tabiatın suyu koynunda saklamaya, kollarıyla sarmaya çalıştığı yerden, kurtularak taştan taşa seken ceylanlara benzettiğimi söylemeliyim.  Dağın eteğinden yukarıya doğru basamakları çıktıkça irili ufaklı yedi ayrı şelaleyi görüyorsun. Tüm bu güzellikleri anlatmakla değil, ancak  yaşamakla güzelliğini derk edebilirsiniz. Yeddi Gözel Şelalesinin beni ve benim gibi ziyaret edenleri en çok üzen yanını da buradan ifade etmeden geçmeyeceğim. Ana yoldan köy yoluna girdiğimizde 4-5 KM yolunun çok bozuk olduğu, en azından yollarının basit bir şekilde düzenlenmesi, tesfiye yapılması çok önemlidir. Oraya gelen ve gezmek isteyenlerin sayısını artıracaktır.Elbette, doğal güzelliklerin korunması kadar önemli olan bir başka şey de var ki, bunu da ifade etmek istiyorum. Turizm hizmet sektöründe yetişmiş eleman sayısının artırılması çok önemlidir. İnsanlara turizmin öneminin verilmesi, gerekirse ilkokuldan itibaren müfredata konulması çok yerinde olacaktır. Azerbaycan'ın tarihi, kültür-sanat ve doğal zenginliği,  hizmet sektöründe iyi yetiştirilmiş kadrolarının olması, zaten turizm alt yapısını oturtmuş olan Azerbaycan için mükemmel bir gelir kaynağı oluşturacaktır. Bu konuyu yetkililerin yüksek dikkatine sunuyorum.

Sentyabr 11, 2017 2:02

Herkes vatansever, herkes milletsever?!

Çevremizde olabildiğince hamaset yapanlar ve ahkam kesenler her zaman mevcuttur. Her kimi dindirsek; "vatan" ve "millet" sevgisinden dem vurmakta, bu kavramlar üstünde hiç bir şeyi kabul etmezler. Özellikle bizim ülkelerimizde bu söylemleri sık sık duyarız-okuruz. Türkiye'de ve Azerbaycan'da herkes vatansever, herkes milletseverdir! Bu güne kadar vatanını ve milletini sevmeyenini duymadım, görmedim. Oysa, bizlerin vatan dediği yurtlarımız kan-revan içinde debelenip durmakta, gözyaşı ve zulümle boğuşmakta, ölüm ve de vahşetle kol-boyun yaşamaktaysa, açlık ve sefalet içinde yaşamaya mahkumsa demek ki, burada bir çelişki var... Benim vatanseveri bol memleketim ! Kahramanları çok, hainleri yok memleketim ! Dünyanın en güçlü sloganları bizde, meydanlara sığmayan nutukları bizde, "vatan-millet-sakarya" söylemleri bizde... Ancak; bu milletin geleceğine umutla baktıracak eylemleri görmek mümkün olmuyor. Tarihimize baktığımız zaman, destanı en bol millet biziz. Dünya tarihinin çok büyük bölümünde biz varız. Hatta, bir Fransız tarihcinin dediğine bakacak olursak; "Dünya Tarihinden Türkleri çıkarırsak, Dünyanın tarihi kalmayacak gibi bir şey olur." Yani sizin anlayacağınız, geçmişimiz harikaymış taaa ki, cumhuriyetlerimizin ilânına kadar. Cumhuriyetlerin (Azerbaycan Halk Cumhuriyeti-Türkiye Cumhuriyeti) ilân olunmasıyla milletimizin talihi tersine dönmüş ! O gün bu gündür ki, bu millet kendini doğrultamamış, yurtlarımız düşman ayakları altında çiğnenmiş ! Medeniyet ve dünyanın aydınlık yüzünden mahrum kalmışız ! Şimdilerde yeni yeni millet kendine gelmeye başlamış, gelişmeden ve kalkınmadan nasiplenmeye başlamış ! Tüm bu sonuçlardan sonra, bizler de bir sonuca varıyoruz ki, cumhuriyetlerimizi kuranlar vatansever değil, onlar ülkelerimizi Türk kimliği üzerine kurmakla, dünyanın aydınlık kutbuna yönletmekle bu milletin "YAMAN GÜNE" kalmasına sebep olanlardır!!!

Avqust 25, 2017 3:29

Hüseyin Cavid ömrü…

Hüseyin Cavid, Azerbaycan Edebiyatında bir ekol... Türk edebiyatının çok önemli geçitlerinden birisini teşkil eden ve ömrünü millet yoluna hasretmiş bir değerimizdir. Ben sizlere akademik anlamda onun hayatını ve de yaşamı boyunca neler yaptığını değil, dilimin döndüğünce  buradan; yani benim gözümde, nasıl bir yerde durduğunu anlatmaya çalışacağım.Hüseyin Cavid Türk Dünyasının çok çetin yıllarında, Osmanlı-Rus savaşının ortasına, (1882) Nahçıvan'da dünyaya gelmiştir. Cavid, Nahçıvan'da doğmuş, eğitim amaçlı Tebriz'de, İstanbul'da bulunmuş, Tiflis'te, Bakü'de çeşitli zamanlarda çeşitli işlerde çalışmak adına yaşamış ve milletinin ağrılarını ayrı pencerelerden görmüş, biriktirdiği acıları kaleminin isyan perdesinden damıtmış bir aydınımızdır. Yazmış olduğu eserleriyle Cavid, milli kimliğin toplumun hafızasında diri kalmasını hedefleyen eserler üretmiştir.Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum ki, Azerbaycan Türklerinin aydınlanmasında, Mirze Fetali Axundov, Hasan Bey Zerdabi, Seyid Ezim Şirvani Ali Bey Hüseyinzade gibi öncü grubu saymazsak, emeği olanların ekseriyetinin doğduğu yıllar 19. Yüzyılın sonlarına doğru olduğunu görmekteyiz. Hüseyin Cavid'de Nahçıvan'da doğup, Tebriz'in derinliklerinden mayalanmış, İstanbul'da suyu verilmiş çelik misali fikrinin doruğuna çıkmış, Sovyet sistemine rağmen Bakü'de düşüncesini hayata geçirme mücadelesini vermiştir.Yüzyıl Türk Dünyasının en çalkantılı ve sancılı dönemi olmuştur. Başta İslam Coğrafyası olmakla birlikte, Turan coğrafyası istila ve işqallerin pençesinde kıvranırken, bunların şahidi olan Hüseyin Cavid, 20. Yüzyılın başları, (1918) "İblis" adlı eserini yayınladığında sanatının zirvesindeydi. Hüseyin Cavid'in şah eseri diyebileceğimiz "İblis" te , "İblis nedir?-Cümle hiyanetlere bais... Ya herkese hain olan insan nedir?-İblis!" dizeleri, insani değerlerin, Batı emperyalizminin kirli emelleri arasına sıkışıp kalmış, devrinin karanlık yüzünü tüm boyutları ve derinliği ile dile getirmekteydi. O dönem içinde Azerbaycan'da aydınlanma, tüm olumsuzluklara rağmen devam etmektedir. Türk dünyasının parçalanmışlığı da bir o kadar hız kazanmıştır. Osmanlı gücü Balkanlarda, Kafkasya'da, Ortadoğu'da savunma hatlarını kaybetmekle kalmamış, Türklük top-yekün katliamlara ve soykırımlara maruz kalmıştı. Ancak, Enver Paşa ve ekibinin son bir çaba ve girişimi sonucu, Azerbaycan'ın kısa süreli bağımsızlığı sonrasında, Sovyet ordusu tarafından işgal edilmesiyle birlikte, bütün aydınlarında olduğu gibi Cavid'in de ağır şiddet ve baskılara maruz kalması onu yıldırmamıştır. Ömrünü milletine adamış olan  Cavid, Türk Dünyasına çok farklı pencerelerden bakabilen, milletin derdini ve sıkıntılarını görebilen ve bunları yüreğinin derinliklerinde hissederek, her fırsatta dile getiren bir düşünce insanıdır. Hüseyin Cavid'de vatan ve millet sevgisi o kadar yüksektir ki, kalemi adeta vatan ve millete duyduğu aşk ateşinin harından fışkıran volkana dönüşmüştür.   Türk kimliğinin varlığına tahammül gösteremeyen Sovyet sistemi O'nun yüreğindeki vatan ve millet aşkının ateşini söndürmek için Sibirya'ya sürse de Sibirya'nın ayazları bile bu ateşi söndürememiştir. O ateş bir asır sonra bu gün, bir meşale gibi halkını ve insanlığı aydınlatmaya devam etmektedir. Bu sonuçtan yola çıkacak olursak; vatan, millet sevgisini kendisine bayrak yapmış ve yürümüş olan her kim olursa olsun, toplumlarının hafızasında ölümsüzleşir, üzerini örtmeğe çalışan güçler olsa da günü geldiğinde milletin yaddaşında canlanır ve yaşatılır, layık olduğu yere konulur. İşte! Hüseyin Cavid de üzeri sırlanmak istenen ancak, nesiller geçmiş olmasına rağmen adeta küllerinden doğarak, Azerbaycan üzerinden, tüm Türk Dünyasını aydınlatmaya başlamıştır. Burada bir şeyi de ifade etmeden geçemeyeceğim:  Tüm Türk dünyasını hedefleyen, yüksek idealler uğruna varlığını kurban vermiş böylesi değerlerimizin sadece Azerbaycan sınırları içerisine sıkıştırılıp kalmasına seyirci kalmamalıyız. İstanbul Azerbaycan Kültür Evi olarak biz, Azerbaycan derinliklerinin ve böylesine güçlü aydınlarımızın tanıtılması için samimiyetle ve de tüm gücümüzle çalışacağız. Affınıza sığınarak burada düşünce bazında farklı bir pencere açmak istiyorum: Hüseyin Cavid, "ben" merkezli bir düşünceye sahip olsaydı ve İstanbul'da kalsaydı veya her hangi bir batı ülkesine giderek onlarcası gibi Azerbaycan'a dönmeseydi ya da geriye dönmekle birlikte burada sisteme karşı değil, sistemin şairi ve kalemi olsaydı ; yaşadığı faciaları yaşar mıydı? Sanırım yine güçlü bir şair olurdu ama,  sadece devrinin şairi olurdu...                            

Avqust 15, 2017 2:42

Türkçülük mefkuresi…

Iİ YAZI 19.Yüzyılın ikinci yarısında, Kafkas Şeyhülislamı Salyanlı Şeyh Ahmet, Göktürkler hakkında çeşitli araştırmalar yapmış ve bu konuda bir makale bile yazmıştır. Yüksek seviyeli bir din adamının, Milli kimlik çalışması yapması ve dolayısı ile milliyetçi bir şeyhülislam olabileceğini bu gün bile düşünemezsiniz. Aynı zamanda bu zatı muhteremin yetiştirmesi olan Ali Bey Hüseyinzade, diğer bir adıyla Ali Turan'dır ki Ziya Gökaplerin "HOCAM" diye övünçle bahsettiği bu kişi de Azerbaycan Türklüğünün 20. Yüzyıl aydınlarındandır. 1894 Yılında Azerbaycan'dan İstanbul'a Tıp eğitimi için geldiğinde, Türkçülük fikirleriyle dolu dolu gelmiş ve İstanbul'da talebeler arasında bu fikirlerini yaymıştır. Balkanlardaki milliyetçilik akımlarının Ruslar tarafından Osmanlıyı çökertmek amacıyla desteklenmesi karşısında özellikle Balkan Türklerinde güçlü bir zemin bulmuştur. İşte o dönemlerde Selanik'te olan Enver Paşa da Mustafa Kemal de ve daha nice subay okullarında olan gençler de Ali Bey Hüseyinzade'nin Türkçülük fikrinden bir şekilde etkilenmişlerdir. Hatta, Osmanlı'da Türkçülük fikrinin doğması Osmanlıyı etnik olarak parçalamak amacıyla değil, özellikle Balkanlarda etnik milliyetçilik tarafından kan kaybetmekte olan Osmanlıyı savunma amaçlı bir savunma maksatlı girişimdir. Ayrıca Azerbaycan Coğrafyasında yaşamakta olan Türklerin milli kimlik bilinci tüm diğer bölgelerden önce olmuştur. Çarlık Rusyasında "üçüncü sınıf" vatandaşlığa karşı verilen mücadelede Türk adıyla kendisini ifade edenlerin de öncelikli olarak Azerbaycan Türkleri olduğunu görmekteyiz. Diğer boylar boy adları ile kendilerini ifade ederken, örneğin; Kazak, Tatar, Özbek, Türkmen, Kırgız vs., Azerbaycan Türkleri kendilerini Türk olarak ifade etmektedirler. Hatta ilk olarak kimliklerine Türk adını yazdıranların da Azerbaycan Türkleri olduğunu unutmamak gerekir. Türkçülüğün babası olarak İsmail Gaspralı'nın bilinmesini saygı ile yad ederken, O'nun medyatik kişiliği ve tüm Türk dünyası ile ilişkilerinin güçlü olmasından olduğu kanaatindeyim. Tabiidir ki Çarlık Rusyasının bir parçası olarak, Azerbaycan'da yaygınlaşmış olan Türkçülük fikrini Balkanlar üzerinden Osmanlıya taşıyanların başında İsmail Gaspralı gelmektedir. Türk hikayelerinin başlangıcı diyebileceğimiz Dede Korkut hikayelerinin doğduğu coğrafyanın da Azerbaycan olduğunu düşünecek olursak, bu toprakların Türk kültürünün derinliklerini özünde barındırdığını da söylemek sanırım gerçeklerden uzak olmayacaktır. Tüm bu yukarıda saydıklarıma dayanarak; Türk kimliği ve Türkçülük düşüncesinin çıkış noktası ve mayalanması Azerbaycan Coğrafyasında olmuş, Kırım üzerinden de Balkanlara sirayet etmiştir desek abartmış olmayız. böylelikle, Osmanlının yıkılışına amil olan Türkçülük değil, tam tersine Osmanlının dağılma sürecini gören Türkçü düşüncelerin çabalarının sonucunda, parçalanan ve dağılan bir imparatorluğun yerinde milli bir kimliğe dayalı, Türk kimliği üzerinde bir cumhuriyet yükseltenler de Balkanlarda yaşamış oldukları faciaların içinde mayalanmış Türkçülerdir. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini milli kimlik üzerine kurması yine Azerbaycan merkezli Aydınlardan Ahmet Ağaoğlu ve Ali Bey Hüseyinzade'nin kuramcılığından istifade etmiştir. Bu iki fikir adamının da hem Azerbaycan'ın kuruluşunda, hem de Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda çok değerli katkıları vardır. Bunun en bariz örneği de Türkiye cumhuriyetinin ilk on yılında Mustafa Kemal Atatürk'ün danışmanlığını yapan Ali Bey Hüseyinzade mütevazi, aynı zamanda iyi bir akademisyendi. Şunu da belirtmeden geçmeyeyim; Ali Bey Hüseyinzade, Türk Ocaklarının kurucularının başında gelenlerdendi. Dolayısı ile Türkiye Cumhuriyetinin "TÜRK" kimliği üzerine kurulmasında ve Anadolu Türklüğünün milli kimlik bilinçlenmesinde Azerbaycan aydınlarının çok önemli katkıları olduğunu söyleyebiliriz. Bunu cumhuriyet tarihindeki kaynaklarda da görmek mümkündür.    

Mart 30, 2017 4:06

TÜRKÇÜLÜK MEFKURESİNDE AZERBAYCAN’IN YERİ VE ÖNEMİ

I YAZI Türklerin tarihteki milletleşme sürecinin değerli dil bilimci Profesör Firudin Ağasıoğlu (Celilov)nun Urmu Teorisinde ifadesini bulan MÖ. 2500 yıllarında Hazar Denizinden başlayan, Mezopotamya'yı kapsayan ve Doğu Anadolu Bölgesinin bir kısmını da içine alarak Kut Eli devletinin oluşumu ile başladığını söylemek gerek. Aynı zamanda bu teori biz Türk milleti için de büyük önem arz etmektedir. Söz konusu coğrafyanın bu gün Azerbaycan diye adlandırıldığını da sanırım söylemeye gerek yoktur. Bu tezin dikkate alınması gerektiğini ve de Türklerin Orta Asya'dan Anadolu'ya ilk kez gelmediğini, tam tersine daha önce bu coğrafyada yaşamaktayken çeşitli sebeplerle Orta Asya'ya gitmiş olduklarını, Bin yıllarında tekrar geriye dönüş olduğunu ifade etmektedir. Daha sonrasında yine 17.Yüzyılda adı konulmamış bir Türkçülük Hareketinin başlangıcı diyebileceğimiz Nadir Şah Avşari'den bahsedebiliriz. O da Yine Azerbaycan Türklüğünün, tarihte bir çok ilkleri yapmış önemli bir devlet adamıdır. Göktürklerden sonra ilk kez Azerbaycan topraklarından Mugan'da bir kurultay yaparak şahlığını ilan etmiştir. Aynı kurultayda Türk milletini ayrıştırmanın önünün kesmek için İslam inancının mezhepler konusundaki ayrılıklarından kurtulmak gerektiğini Osmanlı İmparatorluğuna elçiler yollayarak, "Din alimlerinin bir araya gelerek, İslam inancını ortak bir noktaya getirmek gerektiğinin" altını çizmiştir. Ayrıca; Nadir Şah Avşari, Türklüğün birbirini kırmasının önünü birçok yerde kesmekle kalmamış, Rusya'nın Orta Asya bozkırlarına inmesinin önünü kesmek için Kazakistan'a sefer düzenlemesi de, İngilizlerin Hindistan'ı sömürgeleştirmesini engellemek için Hindistan seferi de bilinçli yapılmış bir hareketti ki Hindistan'da hakim güçler yine Türk olan Babür Şah soyundandı. Nadir Şah hayatta olduğu sürece söz konusu topraklara ne Ruslar ne de İngilizler girememiştir. Hatta, Osmanlı İmparatorluğunun düşüşe geçtiği zamanlar olmasına rağmen ki, Nadir Şah'ın en güçlü zamanlarıdır asla Osmanlıya karşı savaşa girişmemiştir. Sadece kendi topraklarına karşı Osmanlı Paşasının saldırması ve Bağdat'ı işgal etmesi karşısında, Bağdat'a yürümüş ve Bağdat'ı aldıktan sonra daha ileriye gitmemiştir.

Fevral 17, 2017 1:58

21 yüzyılın eşiğinde dünyanın 25 yıllık utancı

Yıl 1992,  25 Şubatı 26 Şubata bağlayan gece ve o güne kadar dünyanın habersiz olduğu bir şehirde, insanlığın ayaklar altına alındığı bir gece yaşanmaktaydı. Bu şehir bir faciayla tarihe düşerken, bir milletin soysuzluğunu dünyaya haykırarak, adeta tarihin tekerrürünün de ispatıydı.   Yaşlı, kadın, çocuk denilmeksizin tüm şehir sakinlerinin kurbanlık koyun gibi boğazlandığı, ölümün kurtuluş olarak görülebileceği bir vahşetin yaşandığı, vicdan sahibi her insanın ruhunda derin izler bırakacağı muhakkaktır. 21.Yüzyılın eşiğinde Hocalı denilen küçük bir şehirde insanın havsalasının almayacağı bir kıyım yaşanmıştı. Şehir tüm yaşayanları ile birlikte yok edilmişti. Artık Hocalı diye bir şehir yeryüzünden silinmişti. Yüz yıl önce yine o coğrafyada ortaya çıkan Taşnak-Ermeni vandalizmi, önce Anadolu'da, sonrasında ise Azerbaycan'ın tamamında kan ve vahşetin en akıl almaz yöntemlerini kullanarak nefret ve kin kusmuştu. Yine aynı emellerini yaklaşık üç kuşak sonra Azerbaycan'ın kadim yurt yerlerinden olan Karabağ'da- Hocalı'da hayata geçirmişti. Çocukluğumda bu tür yaşanmışları anlatan yaşlılarımızdan dinlediğim zamanlar olmuştu ve onların anlatımlarını abartılı bulur ve insanın insana bunları yapamayacağını düşünürdüm. Oysa, bu gün bunların canlı şahitlerine dönüşmüştük. İnsanı  yaşlı ve ya kadın hatta çocukta olsa rehin alabilirsiniz, esir edebilirsiniz, eziyet edebilirsiniz hatta  öldürebilirsiniz ancak; onu onursuzlaştıramazsınız. İnsani değerleriyle oynayamazsınız. Şayet bunu yaparsanız, insanlık suçu işlemiş olursunuz ki bunun hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Uluslararası mahkemelerde yargılanması ve hüküm giymesi gerekir. Ne yazık ki Taşnak Ermenileri bu suçları fazlasıyla işlediler. Rehin aldıkları sivilleri toplu olarak katlettiler, derisini soymaktan tutun, gözlerini çıkarmak, kulağını kesmek, kadınların göğsünü kesmek, tecavüz etmek, daha burada ifade edemediğim, insanı onursuzlaştıracak bir çok şeyi çocuklarının gözleri önünde yaptılar. Vandalizm öylesine had safhaya çıkmıştı ki, öldürdükleri insanları bir yere toplayıp, yakarak yok etmek için "GAFLAN" diye bir örgüt bile kurmuşlardı. Bunu yapmaktaki maksatları ise, geçmiş yüzyılda yaptıkları katliamları toplu mezarlara doldurup kapattıkları için bu gün tesadüfen ortaya çıkmakta ve o gün yaptıklarından ötürü cevabını verememekteler. Bu gün yaptıkları vahşetin izlerini tamamen ortadan kaldırmak için cesetlerin yakılması en temiz işti. Bu durum yanılmıyorsam, Fredrigue Lengaingne adlı Fransız bir gazetecinin o günlerde kaleme almış olduğu haber yazısında şöyle ifade bulmuştu: "Karabağ'da Ermeni birlikleri ile birlikte  savaş alanını görüntülemekteydim. Ermeni askerlerinden Gaflan adlı bir yapı oluşturulmuştu. Bu grubun görevi,  işgal edilen bölgede öldürülmüş olanların bir yere kümelenip yakılmasını sağlamaktı. Bir ara ölenlerin toplandığını ve toplanan ölülerin üzerine gaz döküp yakıldığına şahit oldum. Son anda 9-10 yaşlarında bir kız çocuğunu getirdiler, henüz ölmemişti, onu da yakılan ateşin üzerine attılar ve o kızın çığlıklarını duyar gibi oldum. Bu gün bile o çığlıklar kulaklarımdan gitmedi..."Yukarıda sözünü ettiğim haber mahiyetli ve yayınlanmış böyle bir delil varken, ortada 4500 kişiye yakın kayıp var. Nasıl oluyor da  Hocalı Soykırımı 613 kişinin öldürülmesi ile sınırlandırılıyor? "Şayet elimize gelen öldürülmüş ceset sayısı bu kadardır ancak, 25 yıldır hakkında haber alamadığımız sivil insan sayısı 5000  kadardır", denilmesi daha doğru olmaz mıydı? her açıklamada söz konusu Gaflan örgütünden neden bahsedilmez, bunu anlamak mümkün değil...Sözlerimi çokta uzatmak istemiyorum, 26 Şubata doğan Güneş balçıkla sıvanmaya çalışmaktadır. İnsanlığın utancı olarak, insanlığı onursuzlaştıranların zafer diye nitelediği bir anlayışın hakim olduğu dünyaya sesleniyorum, Hocalı'da dökülen masum insanların kanı tüm insanlığın ellerine bulaşmıştır, bu kanın temizlenmesi için HOCALI'YA ADALET kampanyası çerçevesinde insanlığı samimiyete ve göreve davet ediyorum. Tüm katledilen Hocalı sakinlerinin ruhları şad, bir milyon göçkün sivillerin geçte olsa yurtları azat olsun...  

Fevral 6, 2017 12:06

Hollanda’da Karabağ yargılanıyor…

İlhan Aşkın, yaşadığı elli yıllık ömründe aklının erdiği günden bu güne kadar Azerbaycan-Türkiye adlı ikiz vatanın aşığı az sayıda  neferlerden biri olarak bu güne kadar yaşamış. Bir çokları tarafından "Git, işinle-ekmeğinle ilgilen..." tarzında söylemlere kulaklarını tıkamış ve yağmur-çamur demeden dava dediği yolundan yürümüş. yine bir 26 ŞUBATta, Hocalı Soykırımının yıldönümünde, yaşanılmışların acısı ile "Ermeniler Karabağ'ı terk etmezse, Karabağ Ermenilere mezar olacak!" sözünü söylemiş, Ne mi olmuş? Avrupa'nın çifte standardı yüzünü göstermiş ve yukarıdaki sözü söylediği için yargılanmasına karar vermişler. Hani "Adalet Divanı !"nın olduğu yer var ya, İşte ! O ülkede, Hollanda'da yargılanacak. Tüm bunlara eminim siz de benim gibi şaşırmadınız. gerekçe neymiş; insanları tehdit etmekten ve düşmanlığa sevk etmekten suçlanıyormuş. Şahsen ben, sevgili hemşerimin bu davadan yargılanmasını onun apoletleri olarak görüyorum. Öyle bir apolet ki, bu parayla-pulla alınmaz, hatır gönül ilişkileriyle verilmez. Yürekli adam  işidir, sevda işidir. Tüm bunlar bir yana; bir de madalyonun bu yüzüne bakalım. Duyduğum kadarıyla bu kardeşimizin; mahkemede kendisini savunacak avukatı bile yokmuş... Ne acı ki, yıllardır dava peşinde koşturmaktan, bir işçi maaşı ile geçimini temin etmekte bile zorlanırken,  imkansızlıktan bir avukat tutmakta zorlanıyormuş. Avrupa'da Azerbaycan bayrağını her platformda en yükseklere kaldıran birisi olarak, acaba diasporadan gelen paraları nereye harcadı, diyemiyorum çünkü; öyle bir şey kesinlikle yoktur. Onun gibi muhaceratta yaşayanlara birileri hep üvey evlat gibi bakmaktadır. Söz sanatında, mangalda kül bırakmayanlar, vatan-millet söylemini dillerine pelesenk edenler, Azerbaycan bütçesinden pay alanlar; işte! Aklanmanız için size bir fırsat, gün bu gündür, Karabağ savaşı bu gün Hollanda mahkemelerinde yargılanmaktadır. Orada yargılanmakta olan İlhan Aşkın değil, orada yargılanmakta olacak Azerbaycan'ın mazlumluğudur, orada yargılanacak olan 25 yıldır işgal altında olan "Karabağ'ın Ruhu"dur. Şayet, o mahkemede İlhan Aşkın yalnız olursa, sahipsiz kalırsa, Karabağı yine kaderine terk edip kaçmış olacağız. Bu Azerbaycan'ın adına kara bir leke olarak tarihe geçecektir. O tarih, ikinci Karabağ mağlubiyeti olarak bizlere bir utanç daha yaşatacaktır. Taşnak ermeni zihniyeti karşısında Türk dünyası bir mağlubiyet daha alacaktır. Bu aynı zamanda Türkiye sevdalılarının da dikkatine sunulur.

Noyabr 10, 2016 2:36

Oyun aynı, sahne aynı, değişen şey dekordur

Tarih boyunca emperyalizim kendine piyonlar bulmuştur. Bu gün de o piyonlardan birini sahneye sürmüş, emellerine ulaşmak için onların mevcudiyetinden yararlanmaktadır. sözünü ettiğim oyunda dün Ermeniler piyondu, bu gün ne yazık ki Kürtler de piyon olma sahnesinde yer almaya başlamış halâ da devam etmektedirler. Kürtler derken bir noktaya dikkat çekme ihtiyacı duymaktayım. Tarih boyunca birlikte yaşadığımız Kürtlerin hepsini bu kategoriye koymayı da doğru bulmuyorum. Geçtiğimiz yüzyılda Dünyayı kasıp kavuran İngiliz ve Rus emperyalizmi idi. 1940 lı yıllarda devreye Amerikan emperyalizmi girmiş ve İngiliz emperyalizmi ile yer değiştirmiştir. Rusya'nın yerini de iyi makyajlanmış "Sovyetler Birliği" almıştır. Türk dünyasının mevcut yaşadığı topraklar, her zaman emperyalizmin kontrol etmesi gereken bir noktada olması, sanırım bizim özel tercihimizin bir sonucu değildir. Bu topraklar binlerce yıldır, atalarımızın yaşaya geldiği ve adına YURT dediği yerlerdir. konum olarak, batı diye adlandırdığımız, sömürü anlayışına sahip güçlerin elde etmek istedikleri enerji yataklarının da bu topraklarda olması ya da bu topraklardan kontrol edilebilir noktalarda olması biz Türklerin sorumluluğunu bir kat daha artırmaktadır. Geride bıraktığımız 200 yıllık süreç, bizlerin aleyhine gelişmiş, yurt dediğimiz yerlerin parçalanarak, ayrı parçalar halinde paylaşılmış olmasına, orda yaşayanların yok edilmesi için gereken her şeyin yapılmasına rağmen, yine de tam olarak amaca ulaşılamamıştır. l. Dünya Savaşı'nın arkasından verilen Kurtuluş Savaşı yeni bir umut doğurmakla kalmamış, bir milletin ölümüne ferman verenlerin suratına tokat gibi çarpmıştır. Genç bir Türk Cumhuriyeti ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki Türklerin yaşadığı yerlerin büyük bir çoğunluğu çeşitli oyunlarla ve gizli anlaşmalarla pay edilmiş, esir edilmiştir. Bu gün Adına İran denilen ülkenin 1200 yıllık tarihine baktığınız zaman, orda sadece Türklerin hakimiyetinde bir yaşam olduğunu görebilirsiniz. Orda yaşayan halkların da bu adil yönetimden memnuniyetini de görebiliriz. O günkü istatistiki araştırmalar da gösteriyor ki coğrafyada yaşayanların % 65-70 oranında Türk olduğu gerçeğidir. Oysa İngiliz siyaseti ile, 1905 yılında yöneten kadroları, (Qacar Hanedanlığı) önce tasfiye etmek adına meşrutiyet ilan edilmiş, 20 yıllık bir meşrutiyet idaresinden sonra çoğunluk üzerine azınlık olan Farsları hakim kılmıştır. Fars kökenli Pehlevi ailesini hakimiyete getiren emperyal anlayış, elbette azınlığa çoğunluğu yönettirmeliydi. Tıpkı bu gün ırak'ta yürütülen siyaset gibi, azınlık dışarından desteksiz yaşayamaz. O gün İran'da bu uygulamayı gerçekleştiren İngiltere idi, bu gün ise Irak'ta uygulayan Amerika'dır. Dikkatli incelendiği zaman görülecektir ki bu iki olay da birbirine çok benzemektedir. Dünya'daki tüm otoritelerin hemfikir olduğu bir başka gerçekte bölgemizde bir harita değişikliğinin kesinlik kazanmasıdır. Er ya da geç bu harita değişşikliği yapılacaktır. Peki, bu haritanın kriterleri nedir, nasıl sonuçlar doğuracaktır? yukarıda da bahsettiğim gibi yine sahneye konulacak oyunun rol paylaşımı yapılmış ve biz Türklere de toprak olarak, can olarak acı kayıplar yaşamak düşmüştür. Oyunun yönetmeni Amerika, yardımcı asistanları İngiltere ve Avrupa Birliğidir. Geçtiğimiz yıl yanılmıyorsam Amerika'nın ve İngiliz istihbaratının öncülüğünde İran Fars muhalifleri ile Kürtler arasında bir anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmaya göre; Güney Azerbaycan'ın Türkiye ile sınırı olan ( Hakkari'den Iğdıra kadar ) Urmiye'den başlayıp, Nahçıvan'a kadar olan , Tebriz'in kuzeybatısında kalan tüm yerleşim bölgesini Kürtlere vermeyi muhalif Farslar kabul etmiştir. Bu anlaşma ile ne yapılmak isteniyor? Sorusuna cevap arayacak olursak, bu eylem, yine sözkonusu oyunun bir parçasıdır. Kuzey Irak'ta oluşturulan Kürdistan bölgesinin bir benzerini de suriye'de var ederek, o koridoru Akdenize kadar indirmektir. daha sonra İran'ın parçalanacağı gerçeğini ele alacak olursak, Güney Azerbaycan'ın Türkiye sınırında kalan tüm irtibat noktasını kürtlere vererek, hem Türkiye ile Azerbaycan arasındaki kontağı yok etmektir. Bu hareketle, Türk dünyası arasında koridor diye adlandırabileceğimiz Güney Azerbaycan, Anadolu Türklüğü ile Asya Türklüğü arasını da kapatmış olacak. Hem de oyunun bir sonraki perdesinin zeminini de hazırlamaktır. Bir sonraki oyun ise Nahçıvan'ın kürtleştirilmesidir. Şu anda hızlı bir şekilde eyleme dönüştürülen bu olayın da gerçekleştirilmesinin bir diğer amacı ise bölgede sıkışıp kalmış olan Ermenistan'ı sözkonusu koridor aracılığı ile taa, Akdenize kadar indirmektir. Amerikan planı olan bu plan, asla Türk dünyasının menfaatına olmayacaktır. Hatta İslam Dünyasının da menfaatına değildir. Amerikanın çıkarlarına ve Ermenistan'ın yerinin sağlamlaşmasını sağlamaktan öteye bir amaç gütmemektedir. Burda şu gerçeği gözardı etmememiz gerekir ki tarih boyu kader birliği etmiş olduğumuz kürtler de bu süreç içinde sadece birilerinin planının bir parçası olacaktır. Kürtlerin tamamı bu oyunların içinde olmayacaktır. Kürt halkının marjinal bir grubu bu oyunlarda rollerini oynayacak, sonrasında da sahneden çekilmek zorunda kalacaklar veya yok olacaklardır...              

Sentyabr 28, 2016 10:31