Yaşadığım elliyi aşkın yaşımda hayatım boyunca , olumlu ya da olumsuz bir çok tarihi olaylara şahit oldum. Toplumcu düşünce boyutunda eksilerin, artılardan daha ağır bastığını görüyorum. Yaşamımızın zaman dilimi aralıklarında sıkışıp kalmış olan güzelliklerin hatırına yaşamaya dönük yanımızı çoğaltmaya çalıştıkça, olumsuzluklar bir türlü yakamızı bırakmamakta inatlaşıyor. Geriye dönüp baktığım zaman, bir an kadar kısa olduğunu düşündüğüm hayatımda, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp giden yıllar içinde çok şey yaşadığımın ve gördüğümün farkına vardım. 1960 İhtilâlinin yaralarını sarmaya çalışan bir Türkiye’de doğmuşum. Sancılı bir süreç ve gençlik hareketlerinin dünya ile paralel yükseldiği, altmışlı yılların sonu ve Kıbrıs probleminin arşa dayandığı o günlerde, tüm olumsuzluklara rağmen mutlu olabiliyorduk. Paramızın altın ile yarıştığı Atatürk döneminden, sık sık devalüasyon uygulaması ile halkımızın enflasyon denilen bir canavarla boğuşması da o yıllardaydı. 1971 Muhtırası ve hükümet istifasını veriyor, parlamento dışından bir hükümet kuruluyor ve de Amerika’nın tavsiyesi ile 68 kuşağı diye adlandırılan sol gençliğin önde gelenlerinden kurtulma sürecimiz başlıyor! Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanıp- yargılanmaları ve idam edilmeleri bir buçuk yılda tamamlanıyor. Sonuç, Deniz Gezmiş ve arkadaşları vatan hainliğinden infaz ediliyor. Yıllarca onun adını ağzımıza almanın bile suç olduğuna şahit olduk. Söz konusu vatan haini Deniz Gezmiş, bu ülkede orduya, polise kurşun atmış bir adam değildir. Çevresindeki insanlar üzerinden aşağılık komplekslerini tatmin yoluna gitmiş değiller. Evet, Amerikan aleyhtarı eylemler yapmışlar, Amerikan çıkarlarını baltalama girişimlerinde bulunmuşlar, kısacası Anti Amerikancı idiler. Bu gün baktığımda gördüğüm şey, Amerika bizim hiç dostumuz olmadı ki, onlar hiçte yanlış yolda değillermiş ! Sol gençliğin akibetini yazarken, sağ gençliği onlardan ayrı tuttuğum sanılmasın, aynı dönemin sağ-sol gençliği de vatanseverdi.
Bu gün Allah için yola çıktıklarını dile getiren, İslam adına insanlığı ayaklar altına alan, İslam düşmanları ! Ne yazık ki güzel ülkemizi birilerinin kurbanı etmeğe çalışmaktadırlar…
1974 Kıbrıs Çıkarması yapıldığı günler, tam da bu günlerdeydi. Mehmetçiğimizin destanlarını, ilçemize iki gün geç gelen gazetelerden okuyorduk. Kahramanlıkları okudukça adeta o sahneleri ben de yaşar gibiydim. “MEHMETÇİK” Bu sözcüğün, vatan kadar büyüklüğünü ve ağırlığını hissederdim yüreğimde. Aradan yıllar geçti, Amerika’nın ve batının ülkemize koymuş olduğu ambargonun altında ezilerek büyüdük. Şekerin,yağın, gazın, sigaranın, vs… kuyruklarında çok bekledik. Ülkemizdeki ekonomik krizleri yaşarken, sağ-sol çatışmalarının ortasında kaldı masum yüreklerimiz. Siyasi fikir ve düşünceler, topluma ait olmaktan çıkmış,güzelim ülkemiz dış güçlerin arenasına çevrilmişti. Tüm bunlar yaşanırken dikkatlerinize sunmak istediğim bir şey vardır ki, sağ-sol çatışmaları öyle bir hal almıştı ki, evinden çıkan herkes, ailesiyle helalleşip öyle çıktığı günler yaşadık.Toplum psikolojisi alt-üst olmuştu. Her ana-baba sokağa çıkan evladının geri dönüp dönmeyeceği kuşkusunu günlük yaşamının bir parçası gibi yaşamaktaydı. Eğitimimiz çatışmaların gölgesinde ne kadar olabildiyse, varın siz düşünün…
Tarih 12 Eylül 1980 i gösterdiğinde, ülke yönetimine bir darbe yapıldı. Ne acıdır ki, büyük çoğunluk bu darbeye sevinir olmuştu. Doğrusu, elindeki erki birilerinin gasp etmesine sevinen bir toplum görmek belki tuhaf gelecektir ama günlük sokak çatışmalarının ve ölümlerin bıçak gibi kesilmesi, sade ve sıradan yaşam sahibi insanların darbeye sevinmesinin altyapısını oluşturmaktaydı. Askeri darbe, sihirli bir değneğe dönüşmüştü adeta, tüm çatışmalar ve ölümler yok olmuştu! Cuntanın kontrolünde 24 ocak kararları ile ekonomik bir darbe de olmuştu. Sınırlı dışa bağımlılık biraz daha kökleşmekteydi. Kısa vadede günü kurtaran ekonomik kararların, “GLOBAL” sistemin başlangıcı olduğunu nereden bilebilirdik… Bir anda tüm yokluklar bitmiş, her istediğimizi fazlasıyla buluyoruz, süreli elektrik kesintileri yavaş yavaş tarihe karışıyordu. O tarihe kadar kazancı ile yaşamakta olan insanlarımız, borçlanmayı ayıp sayan kültürün neferleri, “Borç yiğidin kamçısıdır!” söylemini sahiplenir olmuşlardı. Öyle de kabul gördü…Ürettiğinden fazlasını tüketmek arzusunda bir toplum var edilmişti. Darbenin olduğu tarihte, Türkiye Cumhuriyetinin dış borcu 5 milyar dolar civarındaydı. Ülkemiz, uzun yıllar sol anlayışın içinde yuvalanmış ve zemin bulmuş ayrılıkçı terörün eylemleri ile tanışmıştı. Bu eylemlere uzak duran halka baskı kuruluyor, devletin görevlendirdiği memurlar öldürülüyordu. Çeşitli şehirlerde sıkıyönetim ilan ediliyor, devlet ile terör arasında sıkışıp kalan sivil halk batıya yoğun göçler veriyor ve batıdaki büyük şehirlerde çarpık yapılanmanın hızla büyümesi yaşanıyordu. “KALKINIYORUZ!”, söylemleri altında 10 yıllık bir sürede borcumuz 200 milyar Dolar olmuştu. Sözde kalkınmakta olan bir ülkenin borçlarının her geçen gün artması kafaları karıştırsa da “Dur bakalım ne olacak…?” diyerek, sonucunu beklemekteydik. Hatta; Avrupa Birliğine girme beklentimize karşılık, Gümrük Birliği ortaklığı teklifini kabul eden yönetenlerimiz büyük zafer kazanmış komutan edaları ile ülkeye giriş yaptığında ben hala Gümrük Birliğinin ülkeye tamamen zarar getireceğini düşünmekteydim. Ancak, bu tezi yüksek sesle seslendirirsem kim dinler, cehaletimle alay edilir kaygısı ile susmayı yeğlemiştim. Öyle ya; koskoca ekonomi profesörü olan başbakanın, doğru dediği şeyleri nasıl reddede bilirsiniz? Algı Yönetimi dedikleri tamda böyle bir şey olsa gerek...
2000 yılını devirdiğimizde krizler sık sık kapımızı çalmaya başlamıştı. Önceleri , ufaktan ufaktan çok fazla hissedilmeden vatandaşa yaşatılan krizler, artık aleni ve açık bir şekilde yaşamımızın her noktasını tehdit etmeğe başlamıştı. Bu sırada her sermaye sahibi veya hükümetle ilişkisi olan herkes “yangından mal kaçırır” gibi, ellerinde olan bankaların içini boşaltıyor,tefecilik ve bankerlik adı altında toplum değerlerimiz de iyice yıpratılmıştı. Artık, mevcut siyasi hareketlerin bizlere bir şey veremeyeceği kanaati toplumda oluşmaya başlamıştı. Sosyal ve ekonomik kaosa sürüklenmekte olan güzel ülkemde, gelecekle ilgili umutlarımızın da üstünü sis perdesi kaplamaya başlamıştı.
Toplumların her zaman muhafazakar bir kesimi olur. Bu kesim geçmiş değerlerin korunması anlamında böyle adlandırılmaktadır. Ancak; her ne hikmetse, başta Avrupa olmakla beraber, Batı ile bütünleşme hareketlerinin hepsinde son yarım asırda kurulan muhafazakar partilerin büyük rolü olmuştur. Hatta, son 30 yıl sürecinde dünya ekonomisinin büyük sermaye çevrelerince yönetilmesi adına, “GLOBALLEŞME” diye bir sistem ortaya atılmış ve biz de bu sistemin bir parçasına dönüşmüştük. Günümüzde bir bölgeyi silahla işgal etmenin yüksek maliyetleri olduğu için, ekonomik işgaller gelişmiş batının genellikle kullandığı bir yöntem olmuştu. Oysa; GLOBAL sistemle az gelişmiş ülkelerin ekonomik anlamda nefes alışı, gelişmiş ülkelerin ellerine geçmiştir ki, inandığımız değerlerden ve Atatürk’ün hedeflerinden bizler uzaklaştıkça Türkiye de bunlardan nasibini almaktaydı. Milenyum Çağı diye adlandırılan 2000 li yıllar güzel ülkemin güzel insanlarının umutlarının tüketildiği yıllar olmuştu. Uzak kıta Amerika’dan sihirli bir reçete sunuldu. Kabul etmemek nezaketsizlik olur diye aldık-kabul ettik. Mali devrim denilebilecek kararlar alındı, kemerler sıkıldı. “Kemer Sıkma” seksenli yıllardan itibaren dilimize kazandırılan bir terim olmuştu ve biz bu terimle her gün koyun koyuna yaşar olmuştuk. Siyasi kriz, ekonomik kriz, güvenlik krizi, bizleri öylesine canımızdan bezdirmişti ki kemeri biraz gevşetmeyi beklerken, bir anda erken seçim kapımızı çalmış ve düşünmeye vakit kalmadan, adil düzenden kopup gelen ! “adalet, kalkınma" gibi uzun yıllar uzağında kaldığımız, kulağa hoş gelen söylemlerinin kollarına bırakmıştık kendimizi… . İşte! Tam bu sırada koalisyonlar döneminin ortalarında koalisyon hükümetinin çatlamasıyla, umutlarını kaybeden bizler, bu ülkenin "adaletli bir yaşam hakkı var!" diyerek, umutlarını yenileyen bir tercih yaptı ve 15 yıllık bir süreci başlattı. O yıllarda bir şeyin farkına varmıştık ki, devlet babalığını bırakmış, vatandaştan alacağına şahin olmuştu. Her zaman Allah’ın varlığını ve kerimliğini dilinde var eden milletim, idarecilerimizden umutları tükettikçe Allah’a sığınır olmuştu. Bir küçük hesap hatası yapmış; Allaha aracısız gitmek yerine, araya aracılar koymuştur. Bu aracılar, insanlara “sabır” denilen o güzel erdemden bahsederken, yoksulluğun bir imtihan olduğunu söylerken, kendileri ve etraflarındakiler varlıklarını katlayarak, Karun zenginliğini aratmayacak zenginliklere ulaşmaktaydılar. Acı olanı da bu zenginliği “DİN” istismarı ile elde etmeleriydi. 90 lı yıllardan başlayan Fetullah Gülen Hoca furyası yaşam alanlarımızın hemen hepsinde söz sahibi oluyordu. Eğitimde, sağlıkta, ticarette, finans sektöründe, hatta siyaset dahil, her yerde “HOCA EFENDİ” kuruluşları vardı. Ordumuz bu yapılanmanın ülkemiz adına çok tehlikeli olduğunu dillendirip, yöneticilerimizi uyarmaya kalksa da siyasilerimiz bu fikirlerin saçma olduğu fikrini savunmaktaydılar. Fetullah Gülen adı ülkemizde ayrıcalıklı bir yere konulmuştu. Onun hakkında söz söylemek kutsallarımıza söylemekle eşdeğer görülmekteydi. Bir yandan dış destekli ve ayrılıkçı terör her geçen gün ağır bedeller alırken, bu arada, Türk ekonomisi yeni bir eşiği test etmekteydi. Son 30 yılda ülkemizin yıllık cirosu 5-10 milyar dolardan, 850 milyar dolarlara kadar çıkmıştı. Oysa bu cironun 500 milyar dolar civarı ithalatı kapsamaktaydı. Dış borcumuz 600 milyar Dolara çıkmıştı. Sanayi ürünlerinde ihracat payımız % 15 lerde kalıyordu. Tüketen toplumlara iyi bir örnek teşkil eden Türkiye Cumhuriyetinde bütçe açığını kapatmak için, kamu adına var olan malların satışı da karşılamıyordu. Ülke borçlanması aynı hızla devam etmekteydi. Tam da o yıllarda bir kıyamet kopmaya başlamıştı. Ordumuzda peş peşe operasyonlar yapılıyor, Ergenekon, Balyoz, Casusluk adı ile yapılan bu operasyonlarda ordumuzun üst düzey komuta kademesi tutuklanıp-yargılanıyor, mahkum ediliyor ve orduya ağır bir darbe indiriliyordu. Öyle ki, kuvvet komutanlıklarına atama yapmaya general kalmıyor, alt rütbelerden hızla terfiler yapılıyor, kuvvet komuta merkezlerine atamalar yapılıyordu. Düzmece senaryolarla orduya indirilen darbeyi hükümet bu davaların savcısı olduğunu dile getirirken, muhalefet ordu mensuplarının avukatlığına soyunuyordu.Terör, siyasi kaos , milli kimliğin yok edilmesine götüren süreci başlatıyordu. Hükümet içinde erk paylaşımında gerginliklerin olduğunu duyuyor olsak da , buna ihtimal vermiyorduk. Ta ki 17-25 Aralık çalkantısına kadar… Hükümete karşı yapıldığı söylenen karşı hareket; gerekçe gösterilerek resmi organlarda birinci cadı avı başlatıldı. O güne kadar Fetullah Gülen Hoca Efendi! bir anda “FETÖ TERÖR ÖRGÜTÜ” olmuştu. Fetö Terör Örgütü taraftarlarının özellikle emniyette temizlenilmeğe çalışıldığı bir kaç yıl içerisinde dengeler hızla değişmiş, kamuda bulunan herkesten yönünü belirlemesi istenmişti. Tabii içeride yukarıda saydıklarımız olurken, dışarıda da bazı güçler boş durmuyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin istikrarsızlaştırılması için gerekli olan tüm karşı harekatı hayata geçirmeğe çalışıyordu. Hükümetin kendi eli ile ordunun yıpratılması operasyonlarına destek verilmesinin sonucu olarak, ordunun üst kademelerinde iyice kökleşmiş olan Fetullahçı grup, 15 Ağustos gecesi bir darbe hazırlığına girişmiştir. 16 Ağustosun ilk saatleri yapılması düşünülen darbe kalkışması, erken haber alınınca harekat 5 saat ileriye alınarak, insanların sokaklarda olduğu bir saatte , 22 00 sularında kalkışma başlamış ve halkın da sokağa dökülmesi ile, başarı ihtimali çok düşük olan darbe kalkışması başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ordunun % 90 ı bu harekatı desteklemediği halde bu darbe girişiminin başarı şansı yok denecek kadardı ancak, ülkeyi kaosa hatta iç savaşa götürme planlarının başlangıç noktası olarak tasarlanmış olma ihtimali yüksekti. Her şeye rağmen ülkemin insanlarının yıllarca darbeler karşısında yaşamış olduğu sıkıntıların da tesiri ile darbeye karşı çok keskin bir duruş sergilenmiş ve 250 civarında insanımız şehit olmuş, 1500 civarında yaralıyla bu darbe savuşturulmuştur. Ölenlerimize Tanrıdan rahmet, kalanlarımıza sağlıklar diliyorum.
Bu ülkede Fetullah Gülen örgütünün yapacağı hiçbir şeyin Türk milletinin çıkarlarına olmadığını 30 yıldır bilen ve yeri geldiğinde seslendiren birisi olarak, son yapmaya çalıştıkları hainliği kabul etmemiz mümkün değil. Batı merkezli, hazırlanmış ihanetin bir parçası olan, başta Fetullah Gülen Cemaati olmak üzere, bu değirmene su taşıyan herkese LANET olsun. Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası, yaşasın Atatürk’ün her fırsatta gurur duyduğu Türk Milleti…