EMPERYALİZMİN HER YÜZYILDA BİR MAŞASI VARDIR!

5 May 2016 15:40

Xəbər 1433 dəfə oxunub

Dünya tarihinde insanlığın var olması ile birlikte çatışma ve savaşlarda var olmuştur. İlk insandan, bu güne kadar güce dayalı çatışmalar her devirde sürüp gelmiştir. Bilimin insan yaşamına girmesi ile birlikte, onun dallarından biri olan siyaset bilimi de toplumların yönetilmesinde önemli roller oynamıştır. Bunun yanına sanayileşmenin de eklenmesi ile birlikte hammadde darlığı çeken gelişmiş ülkeler gelişmemiş olan ülkelerin ellerinde bulunan hammadde kaynaklarını kullanmanın yollarını araştırmış ve mevcut bölgede bulunan aykırılıkları kullanmaya başlamıştır. Bu aykırılıkların başında gelen de milli ve ya dini motiflerdir. Bazen gelişmemiş toplulukların milli kimliklerinden, bazen de dini inançlarından istifade etme yoluna gitmişlerdir. Bazen öyle bir hal almıştır ki din içerisinde mezhepsel ayrışımlara kadar indirilmiştir. Bizim coğrafyamızda da bunun tarihi süreç içinde sık sık yaşandığı görülmüş ve bölgenin gücü pozisyonunda olan Türk devletlerine sözü edilen emperyal güçler her fırsatta, kendi içinden birilerini kullanarak emellerine ulaşmışlardır. 17. ve 18. yüzyılda bu konuda Osmanlı varlığına karşı, en etkili çalışan İngilizler ve sonrasında Ruslar olmuştur. İngilizler öncelikli olarak milliyet ayrımları ile Osmanlının Araplarını ayrıştırma çalışmalarında bulunmuş ve bununla Arabistan’daki enerji kaynaklarını kendi lehine kullanma arzusunu gerçekleştirmiştir. Bu durum karşısında geç kalan Almanya da Osmanlı üzerinden bu kaynaklara ulaşmaya çalışmış ve 1. Dünya Savaşı da bu yüzden çıkmıştır. Tüm oyunlar ve çekişmeler Osmanlı ve dolayısı ile Türk yurdu üzerine yıkılmıştır. yine 18. Yüzyılda Rusların sıcak denizlere inme ve genişleme arzusu, bölgede Türklerle birlikte yaşamakta olan Ermenilere el atmıştır. Ermenileri de Osmanlıya karşı yüz yıl boyunca Ruslar kullanmış ve 19. Yüzyıl başlarında Ermeniler, pastadan pay kapmak isteyen tüm emperyal güçlerin maşası olmuştur. Nihayetinde Osmanlı coğrafyasında dağınık halde yaşamakta olan Ermenileri , Azerbaycan’ın batısına doğru göç ettiren ve yerleştiren, 20. Yüzyılın başında da onları silah bakımından destekleyen ve bir çok toplu katliamları yaptıran da yine aynı güçlerdir. O bölgede katledilen Türklerin sayısı bölgede yerleştirilen ve yaşamakta olan Ermeni sayısının iki katı kadardır. Savunmasız haldeki halk katliamlardan kurtulmak için bölgeyi terke zorlanmış, acımasız ve vahşiliklerden çoluk-çocuğunu kurtarma derdi ile Anadolu’nun içlerine doğru göç ettirilmiştir. Nihayetinde bir oldu bittiye getirilerek, binlerce yıllık Türk yurdunda bir Ermenistan devleti var edilmiştir. 20. Yüzyılda ise emperyal güçlerin bölge üzerinde yine oyunlarının bir parçası olan bu kez ne yazık ki Kürtler olmuştur. Kürtler üzerinden bölgenin değerlerini sömürme arzusunda olanlar Kürt kartını ortaya sürmüşlerdir. Ancak, başrol oyuncusu değişmiş İngiltere’nin yerini Amerika almıştır. O, Amerika ki 2. Dünya Savaşının galibi ve müttefiklerinin kurtarıcısı olmuş, dolayısı ile İngiliz siyasetini biraz daha geliştirerek 21. Yüzyıla uygunlaştırmıştır. Geçmişte yapılanlardan farklı olan denge politikası çerçevesinde pastayı pazarlık usulü ile paylaşmaya başlamışlar. Bu pazarlık masasının etrafında olanlar, başta Amerika olmakla birlikte, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin ve gücü nispetinde diğerleri olmuştur. Günümüzde de bu oyun bizim üzerimizden devam etmektedir. Günümüzde masada var olan, paylaşılmakta olan, ekseriyeti Türklerin yaşamakta olduğu coğrafyadır. 21. Yüzyılın maşası ise ne yazık ki ağırlıklı olarak, tarih boyu kader birliği ettiğimiz Kürtlerdir.

 

Sınıq Kaman – Azerbaycan

Odlar yurdum, Azerbaycan Narında yandığım, nuruna gén qaldığım Şirince bir yuxunun qemli laylasısan sen Könüldeki matemin dadı,harayısan sen Ferhad'a dağ, Mecnun'a çöl, mene veten Üreyimde yanan hicran, Azerbaycan Gözlerden süzülen damcısan damcı Sen bir sınıq kaman, mende kamançı Araz'ım yay olup gezir éllerde Gezdikçe sinende ağlar téller de Hüzünlü axışı bir muqam kimi Axır üreyimden axan qan kimi Bezi aşır-daşır olur bir umman Ara bir ürekte gürleyen vulkan Çalır, hele çalır... O sınıq kaman, ............................Azerbaycan Her şiirin bir hikayesi olduğu gibi, bu şiirin de bir hikâyesi vardır. Asırlardır işgaller görmüş, katliamlar yaşamış, parçalanmış ata yurdumuz Azerbaycan'dan uzakta, Anadolu'nun ücra bir köşesinde, garip bir öğretmenin, kültürünün bir sevdalısı olarak, "maşukuna uzaktan bakakalmış bir aşık", duygusu ile 1991 yılında kaleme aldığım bu şiirle yüreğimde sızlayan tüm tellerin ve boynu bükük kalmış duygularımın bir inleyişi misalidir. Hiç görmediğim, kitaplardan ve kulaktan dolma bilgilerle, dillerden düşmeyen güzelliğine vurulduğum dilber misali, Azerbaycan'a yaşadığım "aşk" anlatılmazdır ve ancak yaşanacak türdendir. Hal böyleyken, paramparça edilmiş, sevgilinin arkasından yakılan ağıttır "SINIQ KAMAN-AZERBAYCAN" Dede Korkut'un üzerine söz söylediği, binlerce yıllık görkemli tarihimin şekillendiği, uğruna kardeşin kardeşi kırdığı, Gülistan ve Türkmençay müsibeti yaşayarak ikiye bölünmüş Azerbaycan...Derbend'e mi yansam, Borçalıya mı ağlasam, "kan uddurulan Kerkük'e mi ağıt yaksam...Son ikiyüz yıllık tarihinde bağrına bir hançer saplanan, Revan Gulu Hanın at oynağı Revan'ın ihanetlere kurban gitmesi, nihayetinde ceddimizin yaylağı Karabağ'ın hain çizmeler altında çiğnenmesi ve el-obamızın şerefinin ayaklar altına alındığı günlerde kalemimin sessiz çığlığıdır bu şiirim. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, sapı özümüzden olan baltaların ettikleri de yenilir yutulur şeyler değil. Her şeye katlanmak olur da, eloğlu ve elkızlarımızın yurt-yuvalarından didergin düşmelerine, bir parça ekmek uğrunda menliğini unutmalarına yürek dayanmaz... "Çalır, hele çalır. O "SINIQ KAMAN AZERBAYCAN..."

Aprel 13, 2021 15:01

TÜRK DÜNYASININ KARŞISINDA YARGIMIZIN İMTİHANI

“Geç gelen adalet adalet değildir!” Değerli dostlar, adalet her birimiz için gereklidir, devletler içinse olmazsa olmazdır. Özellikle bu günlerde adeta Türkiye Cumhuriyeti yargı sistemi bir imtihanın eşiğindedir. Bu Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılında ilan edildiği zaman, tüm Türk Dünyası esaret altında kalmış, bir tek Türkiye Cumhuriyeti bağımsızlığını şehitlerimizin kanı ve canıyla, gazilerimizin kanıyla kazanmış, ne mutlu ki Türk kimliği üzerinden de bağımsızlığını ilan etmiştir. Doğusundan-batısına, Türk Dünyasının tek güman yeri olarak, hatta millî kimliğimizin “Kıblegâhı” olarak varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Yaklaşık 35/8 i bir asra yakın esaret altında yaşamış, nihayetinde 20. Asrın sonlarında 6 kardeş cumhuriyetimiz bağımsızlığını kazanmış; tam bağımsızlık, demokrasi ve kalkınma yolunda kurtuluş mücadelesi vermektedirler. Söz konusu kardeş cumhuriyetlerimizde yaşamakta olan halkımız için umut yeri olmaya devam eden Türkiye Cumhuriyetimiz, çok şükür ki bugün de aynı misyonu devam ettirmektedir. Ülkemiz dışında yaşamakta olan Türk Soylu kardeşlerimiz, her türlü sevincini-tasasını, iyi-kötü gününü bizlerle paylaşmak arzusuyla, sermayelerine güvenli liman olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni görüp, ülkemize yöneltmektedir. Sözünü ettiğimiz sermayeleri onlar buraya yöneltirken bilinmelidir ki geldikleri ülkelerin şimşeklerini de üstlerine çekmektedirler. Dostlarım, ne yazık ki son kırk yıl içinde canımı acıtan, inanıyorum ki benim gibi milli bilinç sahibi insanlarımızın da canını acıtan birkaç olay vardır. Yanlış hatırlamıyorsam, otuz yıl önce Asil Nadir olayı vardı: Tek başına Kuzey Kıbrıs’ı sırtlamış, Başta Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi olmak kaydı ile batılı güçlerin Kıbrıs Türklüğünü boğmasına geçit vermemekteydi. Parmak ısırtan, ticari faaliyetleriyle Kıbrıslı İşadamı İngiltere merkezli bir komploya kurban gitmiş, Türkiye’de söz konusu oyunun bir parçası olmuş, ülkemizdeki yatırımları haraç-mezat satılmış ve Asil Nadir yok edilmiştir. Yine Azerbaycanlı İşadamı Telman İsmailov, Moskova’nın zengin işadamlarından birisiyken, Türkiye’ye yapmış olduğu yatırımlar (Antalya Madran Hotel) sonucu Putin’in hışmına uğramış, Moskova’daki ithalat pazarlarını elinden almış, biz de buraya yapmış olduğu yatırımına, bankalar aracılığı ile borcuna karşılık el koymuşuz, Telman İsmailov’u piyasadan silmişiz. Bunların son halkası Yarın, Çağlayan Adliyesinde mahkemesi görülecek olan, Mübariz Mensimov davasıdır. Mübariz Mensimov, “Palmali Şirketler Grubu” ile son yirmi yılda Türkiye Denizcilik ve Nakliyatına damga vurmuş, Dünyanın ilk beş firmalarından birisi olmuş, ülkemizde milyar dolarlık yatırımları ile binlerce insanımıza iş ve aş sağlamıştır. Global Sistemde ülkemiz adına gurur duyulacak işlere imza atmıştır. Tüm bunlar yaşanırken, bir anda ne idiğü belirsiz arsız saldırılara maruz kalmış, yaklaşık bir yılı tutuklu, 1,5 yıldır mahkemelerle boğuşmaktadır. Türk yargısı er-geç adaletiyle tecelli edecektir Böylesine kaygan bir zeminde, büyük sermaye sahibinin bir yıl tutuklu kalması, işlerine hakimiyetini kaybetmesi ve müflis duruma düşürülmesi ile eş değerdir. Bu saatten sonra, adalet tecelli etse ne olacak? “Ben öldükten sonra, adalet yerini bulsa, beni geri getirecek mi?” Dahası yukarıda saydığım işadamlarından sonra, Türk Dünyasının gözbebeği diyebileceğimiz ülkemize, millî duygularla gelmek isteyen sermayeyi hangi güvence ile buraya çekebiliriz? Tüm bunları Türkiye Cumhuriyeti bilerek yapmıştır demek doğru değildir, asıl olması gereken Millî politikalarımızı sermaye boyutunda da değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. İlk cümlemiz, son cümlemizdir: “Geç gelen adalet, adalet değildir! Saygılarımla!

Mart 6, 2021 23:12

TERS AKIŞTA BİR GEZİ!

II YAZI Tebriz’e hakim yüksek, otantik, Türk motifleriyle dekore edilmiş bir restoranda yemeklerimizi yedikten sonra, tekrar Tebriz’e dönmek kaydı ile gece konaklamasını kaplıcalarıyla ünlü, turistik bir yerleşim olan Sareyn’de yapmak için yola koyulduk. Grubumuz, Azerbaycan gezisini de  birlikte yapmış, birbirini tanıyan, çoğunluğu akademik seviyeli ve yüksek kültürlü, entellektüel insanlardı. Bu gezimizde bizlere rehberlik eden Tebrizli Muhammed kardeşimiz de Türk Tarih üzerine doktora yapmış, işsiz, bilgi-birikimli bir kardeşimizdi. 3-4 Saatlik yol boyunca birçok kontrolden geçiyorduk. Bir şehirden diğerine geçmek için, yol polislerine bilgi aktardıktan sonra devam etmek zorundaydık. Böylesine sıkı denetimlerin İran gibi bir ülkede olduğunu söyleselerdi inanmazdım, ancak bunu yaşayarak şahidi olmuştuk. Yolların yetersizliği, güzergahta geçtiğimiz ilçe ve kasabaların bakımsız ve de geçmişte kalan görüntüleriyle akşamın karanlığında ışıklandırma yoksunu olduğunu gördükçe, İran’ın zenginliğinin buralara yansımadığına şahit oluyorduk. Yol boyunca geçtiğimiz yerlerde birkaç benzin istasyonu gördük. Bu yerlerde ne mola ve dinlenme yapabilecek bir ortam vardı hatta; standartlara uygun bir tuvalet bile bulamamıştık. Tebriz’le duygusal buluşmadan sonra, yolculuğumuzda yaşadıklarımız beni tedirgin ediyordu. Bu gezimize katılanların keyif alması benim için çok önemliydi. İstanbul Azerbaycan Kültür Evinin misyonu, Azerbaycan Türk Kültürünün “GÜNEY” kanadını Anadolu insanına göstermek, İran tarafında kalan tarihi derinliklerine hep birlikte şahitlik etmekti. Ancak şunu söyleyebilirim ki, geçtiğimiz yerleşim birimleri nedendir bilmiyorum, bana daha önce görmüşüm hissini vermekteydi. Belki de parçalanmış Azerbaycan Coğrafyasının batısında, yani Iğdır’da doğmuş ve yaşamış olduğumdan olsa gerek, kültürel yaşam tarzıyla buralar bana yabancı değildi. Tatil ve dinlenme beldesi diye bildiğimiz Sareyn’ e geç saatlerde varmıştık. Grubumuzun yorgun olduğu düşüncesi ile herkesin bir an önce dinlenmelerini temin etmek için, önceden ayrılan yerlerimize yerleştirmiştik. Sareyn, sade ve sıradan bir yerdi. Türkiye’de böyle bir yerin, turizm amaçlı çok daha iyi değerlendirileceğini, aklımdan geçirdim. Sabah erken kalkarak, oda arkadaşım emekli albay Ömer Karabiber’le otelin meşhur kaplıca hamamına gittik ve ortam sağlığa uygun, sade ve düzenli şartlarda dizayn edilmişti. Kahvaltıya geçtiğimizde arkadaşlarımız, birkaç kişi dışında kahvaltılarını yapmış ve kısa süreliğine yakın çevreyi görmek amacıyla, otel çevresini turlamaktaydılar. Zamanımız kısıtlı olduğu için burada çok zaman kaybetmek istemiyorduk. Bizim için gezimizin önemli noktalarından bir tanesi Erdebil’i görmekti. O Erdebil ki, Türk tarihinde önemli bir yere sahipti. Yine Türk kimliğinin vücut bulduğu, inanç boyutunun mayalandığı, Türklerin İslami anlayışının Ahmet Yesevî’den sonra, ikinci sentezi diyebileceğimiz, Şah İsmail Kızılbaşlığının doğduğu yerdir Erdebil. Orta Asya Türklüğü ile Anadolu Türklüğünün arasında, Tebriz’den sonra önemli geçitlerden birisidir. Anadolu Türkmen tayfaları asırlarca buradan beslenmiştir. İslam inancını, Türk gelenekleri ve töresi ile burada harmanlamıştır Şah İsmail. 40 Dakikalık bir yolculuktan sonra Erdebil’e varmıştık. Erdebil tarihte saklı kalmış,suskun ve vakurduruşuyla, boyun eğmez tavrıyla, adeta yeniden doğum sancılarını bekler gibiydi. Otobüsümüz bizleri Şah İsmail Hatayi’nin türbesinin ve dergahının önünde indirdi. Bu tarihi yapı çok geniş alanı kaplamaktaydı. Bir an Anadolu’da Selçuklu mimarisinin devamı diyebileceğimiz bu yapının, toprak üstündeki ihtişamından daha çok derinliğinin olduğunu düşündüm. Yaklaşık 500 yıllık tarihi olan dergâh orijinalliğini korumaktaydı. Dergâhın mimarisinin yanında, bahçesindeki mezarlıkta tarihten süzülüp gelmiş ve bugüne kadar doğaya karşı desteksiz, kendini muhafaza etmeyi başarmış görüntüsü vermekteydi. Şah İsmail, dedesi Şeyh Safiyüddin’den adını almış olan Sefavi Devletinin temellerini burada atmıştır. Ne yazık ki, Türk töresi ve gelenekleriyle, İslam’da Ehlibeyt merkezli inançla yoğrulmuş bu devlet, Türk devletleri sırasında görülmemektedir. Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin temsil forsunda Türk olarak görülmeyen Sefavi Devleti, çok ilginçtir ki, İran İslam Cumhuriyeti ve ondan önceki Pehlevi Hanedanlığı tarafından, Türk olduğu için gereken değeri görmemiştir. Dergâhın içine girdiğimizde, camisinin iç mimarisi ve Şah İsmail makberesi, olduğu gibi geçmişten kopmamış, Selçuklu süsleme sanatının izlerini taşımaktadır.Kısacası Erdebil, tarihteki yeri ve adı büyük ancak,  gelişmişliği adının gerisinde kalmış, %90 Türklerin yaşamakta olduğu önemli bir şehirdir. Türklük ve millî şuurdan nasiplenmek isteyen birisi mutlaka burayı görmelidir.  

Fevral 6, 2021 16:40

TERS AKIŞTA BİR GEZİ!

I YAZI Genellikle "neden batıya değil de, doğuya ve İran gibi kapalı bir ülkeye gezi?" sorusuyla çok karşılaştım. Bizim gezilerimiz tamamen misyon ve kültürümüzü tanımak formatında olduğu için, gezilerimizi Azerbaycan Türk Kültürünün yaşadığı, doğuya yapmak gerektiğini çok önemsiyoruz. Azerbaycan ve İran; bu iki ülke Azerbaycan Kültürünü özünde barındıran, "Tebriz" şehri ise en derin noktasını oluşturan, adeta Türklüğün temel taşlarından birisi diyebileceğimiz, geçmişten gelen medeniyetimizin deryasıdır. Henüz görmeden aşık olduğum ve adına şiirler yazdığım Tebriz... İnanıyorum ki İran turlarına katılan ve İran'ı gezmeğe giden binlerce insanımız vardır. Tahran merkezli uçuşlar yapılır ve İsfehan, Şiraz, Yezd, "Persepolis" gezilir ve geriye dönülür. Elbette büyük İran coğrafyasını gezebilmek en azından 15-20 günlük bir zamana ve maddi olarak da yüklü miktarda maddiyata ihtiyaç vardır. Oysa bizlerde zaman ve maddiyat konusunda sıkıntı vardı ve en kısa zamanda en verimli geziyi nasıl yaparız, konusuna odaklanmıştık. Grubumuz inanılmaz pozitif anlayışa sahip, herkesin olabildiğince hoşgörülü yaklaşımıyla tüm hazırlıklarımız iyi gidiyordu. Hele, İran-Flamingo-parvaz-Tebriz adlı Turizm firması ile bu organizasyonu görüşmeye başladığımızda, onların da heyecanını görmek mümkündü çünkü; söz konusu firmanın Türkiye'ye yolcu göndermesi yoğun olmakla birlikte, Türkiye'den İran'a münferiden giden grupları saymazsak, misyon amaçlı böyle bir geziye ilk defa aracılık edeceklerdi. Onları önceden uyarmıştım ve misafirlerimizin her biri ayrı derinlikte ve bilgi sahibi-akademik insanlardı, hatta çoğunluğunun kadın olması da gezimizi daha bir anlamlı kılıyordu. Bildiğiniz gibi, İran'da ülkemizdeki gibi giyim serbest değildi ve İslam geleneklerine uygun, keskin kuralları vardı. Tüm bunlara rağmen, hanımlar tereddüt etmeden bu geziye katılmak istemişlerdi. Peki neydi onları bu kadar kararlı kılan şey? Onlar da benim gibi Türk tarihinin en önemli kaynak akışını ve mayalanmasını özünde barındıran yerin İran coğrafyası olduğunu bildiklerinden olsa gerek, bu geziyi heyecanla istemekteydiler... 07 Haziran günü saat 13 00 te İstanbul Havalimanında gezi grubumuz toplandığında 18 kişi-18 yürek, İran-ATA Havayollarından biletlerimizi onaylattıktan sonra, pasaport kontrol noktasından geçtik ve 15 50 hareket saatli uçağa bindik. Maalesef İran'a uygulanan ambargo yüzünden olsa gerek, uçağımız eski bir uçaktı, diye düşündüm. Sonuçta bir ilki başlatıyorduk: Tebriz'e indiğimizde saatimiz 20 00 yi gösteriyordu ki, ülkeler arasında bir buçuk saatlik fark vardı. Derhal bizleri karşılayan organizasyon firmamız yetkilisi Emin Bey ve rehberimiz Muhammed Bey havaalanında yetkilileri ayarlamış, işlemlerimiz hızlıca bitirilmişti. Lüks ve konforlu otobüse bindiğimizde Tebriz'de akşam yemeğine geçtik, çok güzel ve otantik donatılmış bir lokantada akşam yemeğini yedik. Karşılaştığımız herkesin sevgisine mahzar olmakla birlikte, herkesin duru Türkçe konuştuğu bu yerde konukların hayretinin yanı sıra mutlulukları yüzlerinden okunuyordu. Hele Türkistan Dernek Başkanı Ekber Yassa bey restoranın önünde 10 yaşlarında bir kızla konuştuğunda, yüzündeki şaşkınlık görmeye değerdi. Bu şirin kıza adını sorduğunda, İstanbul Türkçesi ile "Pınar" cevabı verince, böyle güzel konuşmayı nereden öğrendiğini-kursa mı gittiğini sorduğunda kız, televizyondan öğrendiğini ve oralarda Türkiye televizyonlarını hep izlediklerini ifade ettiğinde, Ekber Bey, kızı kucaklayarak alnından öpmesi hepimizi duygulandırmıştı. Yemek yediğimiz yer şehrin yüksekçe bir yerindeydi. Vadi içine boydan boya uzanmış haliyle, tüm evlatlarını bağrına basmış, sıkıntılarına rağmen güzelliğinden ve asaletinden bir şey kaybetmeyen anaç bir kadın; her şeye rağmen zaman karşısında dimdik ayakta kalabilmiş, mübariz bir yiğitlik sembolü gibi karşımdaydı Tebriz. Tarih boyunca nice kervanları karşılamış-yola salmış, birçok beşer gelmiş-geçmiş oysa, bizimle yurt olmuş, bizim kültürümüzle yaşamış ve hala yaşamaya devam etme arzusunu korumakta özünde...  

Yanvar 27, 2021 13:35

REEL SİYASET ÜZERİNDEN YÜRÜYEREK İDEALE ULAŞMAK

TAHLİL-TESPİT  II Batı kanadının çökmekte olduğu bu günlerde, Dünyanın geleceğini belirleyici olan Orta Dünya’dır. ABD ve Avrupa eksenli Batı, çöküşün eşiğinde kıvranırken, Çin eksenli Doğu yükselişin sarhoşluğuna ve rehavetine kapılmadan temkinli adımlarla ilerlemektedir. Doğu ile Batı arasında kalan, özellikle Asya’nın batısındaki ülkeler, yani Türklerin yoğunluklu yaşadığı, Rusların hakim olduğu coğrafya, 21. Yüzyıl Dünya siyasetinin belirleyicisi olacaklardır. Güç Dengesi açısından, günümüzde ABD-ÇİN dengesi Çin lehine değişmekte ve merkezi güç Çin olmaktadır. ABD nin çöküşü sonrasında nüfusu ve üretim gücü ile Çin merkezi güç olunca, o gün iki milyarı aşan nüfusunun barınma ve gıda ihtiyacının temininde zorlanacaktır. Küresel Isınmanın ve çölleşmenin sonucu olarak Dünyada üretim  kaynaklarındaki sıkıntı Çin’i de etkileyecek ve özellikle gıda üretim alanlarına ihtiyaç duyacaktır. O gün geldiğinde Çin için en elverişli alan, yanı başında Küresel Isınma sonucunda elverişli tarım havzasına dönüşmüş olan Sibirya iştah kabartacaktır. Çin,  Rusya kontrolünde ancak Türklerin yoğun yaşadığı Sibirya topraklarına doğru açılım yapmaya ihtiyaç duyacaktır. Her ne kadar Batı karşısında bu gün iki müttefik olsalar da, o gün geldiğinde karşı karşıya kalmaları kaçınılmazdır. Süper Güç olacak olan Çin karşısında Rusya’nın direnme şansı olmayacağı gibi, Çin’in durdurulmasını tek başına sağlaması mümkün olmayacaktır. İşte! Tam bu sırada Rusya ile birlikte hareket edebilecek, Orta Asaya’da Çin’in karşısında durabilecek yegane güç Türkler olacaktır. Bu konuda elbet Türk devletlerinin de  tek başlarına direnmesi de söz konusu olamaz. Ancak ve ancak Türklerin Birlikteliğinden geçen Orta Asya savunması, “Rusya-Türk Birliği” ortaklığına götürür. Tarihinde Talas ırmağının batısına geçemeyen Çin, ekonomisiyle Dünyayı kası-kavurmakla kalmaz, askeri gücüyle  de Asya’nın kuzeyini ve  Orta Asya’yı boydan boya istila edebilir. Tüm bu olabileceklerin karşısını Türk Birliği ve Rusya ortaklığıyla kesebiliriz. Bu teorinin en can alıcı noktası, karşılıklı güvenden geçer ki, geçmişten gelen yaşanmışlıklar, bizim tarafımızdan Rusların güvenilmezliğine işaret etse de, toplumda çelişkili sesleri yükseltse de devletlerin siyasetinde duygusallığa yer vermeden, karşılıklı menfaatler doğrultusunda yürütülmeli,  Türk ve Rus işbirliği sağlıklı ve de güvene dayalı bir zemine taşınmalıdır.

Yanvar 12, 2021 15:22

UZUN VADEDE TÜRK BİRLİĞİ RUSYA İÇİN KURTULUŞTUR!

TAHLİL-TESPİT  I Milletlerin tarihinde ebedi dostluk ya da düşmanlık yoktur. İlişkiler  zaman ve zemin çizgisinde, menfaatler üzerinden yürütülür. Dün bize düşmanlık edenler, bu gün menfaatleri için işbirliğine gidebilirler. Tıpkı bu gün Rusya ile gelişen ilişkilerimizde olduğu gibi… Türkler olarak, binlerce yıllık tarihi coğrafyamızın büyük çoğunluğunu Rusya’ya kaptırmış durumdayız ve yaklaşık olarak 400 yıldır (kısa kesintiler hariç)düşmanlık etmişiz. “Düşmanlık etmişiz” diyorum çünkü, Türk coğrafyası üzerine Ruslar yürümüş, biz ise her ne kadar savunma çabaları göstersek de başarısız olmuşuz. Elbette başarısızlığımızı onların saldırganlığı ile örtmeye çalışmak, dar pencereden bakmak olduğu gibi, hatalarımızı örtmek için bahane de oluşturmaz. Biz Türkler, tarih boyunca iç çatışmalarımızdan kurtulamamış, birlik ruhuna sahip çıkamamışız. En büyük zafiyetimizin bu olduğunu söyleyebilirim.Bu gün bile “pireye kızıp-yorgan yakma” geleneğini devam ettirmekteyiz. Ayrıca eğitim, kültür ve bilim değerlerimizi 1000 yıl öncesindeki seviyenin bırakın ilerisine taşımayı, seviyesinde dahi tutamamış, yok etmişiz. Şayet; o günkü değerlerimizle yürüyecek olsaydık, hiç şüpheniz olmasın ki, değil Ruslar rakibimizin olması, Dünya Güç dengelerinin öncülerinden olurduk. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk eksiklerimizi görerek, bizleri doğru hedefe yönlendirmek istemişti. Ne yazık ki yine karanlık eller onun ölümü üzerine yeniden devreye girmiş, ülkemizi ve milletimizi hedeflerinden uzaklaştırmıştı. Bilge Kağan’ın ruhu şad olsun ki 1750 yıl önce, “Orhun Abideleri’”nden seslenişi ile günümüzde bile rehber olabilecekken, bizler o seslenişe kulaklarımızı tıkamış, bencilce hislerimizin esiri olmuş, birlik ve beraberlik ruhunu kaybetmişiz. Tüm yukarıdaki sebeplere rağmen, Dünya şartları biz Türklerin bir araya gelmesi ve hedef birliğine yürümesi için en uygun zemini yaratmıştır. İddia ediyorum ki tarihi süreçte, hiçbir dönemde Türk Birliğine bu kadar yakın olmamıştık.   “Reel siyaset üzerinden yürüyerek, ideale ulaşmak” için ciddi ve uzak gören politikalar üzerinden yürümeliyiz...

Yanvar 9, 2021 14:47

Rusya-Türkiye-İran’ın bölge politikalarında belirleyici rolü

Bir tarafta 400 yıllık Rus siyasetinin Türkler üzerindeki tecrübe ve tesiri, diğer yanda Dünyanın gidişatına göre hareket etmesi gereken, Vilademir Putin gibi zeki bir lider, ülke dış politikasını güncellemek zorundadır. 21. Yüzyılda güç dengeleri değişiyorsa Rusya buna tepkisiz kalamaz. Geçtiğimiz yüzyılda iki kutuplu Dünyanın bir kanadını SSCB temsil ediyorken, dağılan SSCB nin mirasını Rusya Federasyonu taşıyamadığı gibi, bu gün ekonomik, sosyal problemlerle boğuşmakta ve uluslararası sistemden tecrit edilmeye çalışılmaktadır. Şayet son 20 yılda Vilademir Putin olmasaydı, Türkiye siyasetini güncellemeseydi, Rusya Federasyonunun dağılması kaçınılmazdı. Tüm bu realiteyi gören Rusya ve onun lideri Putin küresel güç olma özelliğini kaybetmişken, bölgesel güç konumunu korumak için elbet gerçeğe uygun bir zeminde hareket etmek zorundadır. Bu durum Rusya’ya özellikle Kafkasya politikasını Ermenistan üzerinden sürdüremeyeceğini göstermektedir. Yaklaşık altı ay önce yazmış olduğum bir makalemde, Karabağ problemini Türkiye-İran-Rusya üçlüsü taraflarla kafa kafaya verip çözmeleri gerekiyor, aksi taktirde Batı o bölgeye el atarsa bölge ülkeleri için telafisi olmayan durumlarla yüzleşirler, demiştim. Başta ABD olmak kaydı ile Batının Rusya’yı köşeye sıkıştırdığı bir dönemde, yanı başında bölge politikasında etkin olan Türkiye gibi bir partneri gözardı edecek lüksü yoktur. Asırlardır Türkler üzerine oynamış olduğu oyunlara rağmen, bugün çıkarları örtüşmese de karşılıklı kazan kazan yöntemiyle işbirliğine gitmektedir. Türkiye’nin de Batının iki yüzlü davrandığı noktada Rusya ile birçok sahada işbirliğine gitmesi, hislerden uzak, akılcı politikalarla doğru yolda olduğunu söyleyebiliriz. 20. yüzyılda NATO Müttefiki olan Türkiye ile Rusya’yı ve de İran’ı bölgenin denge politikaları içerisinde tutan ABD ve Avrupa Birliği, bu gün kendi eliyle Türkiye’yi baskı altına aldığı Rusya Federasyonu ve İran’ın yanına itelediğini görmekteyiz. Elbette Türkiye de millî menfaatleri için, bağımsız politikalarını uygulayarak, her iki ülke ile karşılıklı saygı ilkeleri çerçevesinde geleceğe emin adımlarla yürümektedir. Çok ilginçtir ki bugüne kadar Rusya da, İran da içindeki ve bölgesindeki Türk nüfus korkusuyla Türkiye ile ikili ilişkilerinde çekimser davranmaktaydılar. Rusya bu çekimserliğini kırdı ve karşılıklı ilişkileri güçlendirici işbirliğine yöneldi, ancak İran maalesef korkularının esaretinden henüz kurtulamadı. Diyebilirim ki Türklerin bölgede siyasi birlikteliği söz konusu olsa da bunun Rusya ve İran üzerinde olumsuz bir durum yaratması mevzu bahis değildir. Neden Rusya, hatta İran bu ekonomik ve siyasi birliğin bir parçası olmasınlar? Hatta, “Türk Birliği”nin kurulmasına destek vermeli ve o birliğin bir noktasında da kendilerine yer bulmalıdır. Bölgesel Güç olmaktan çıkıp, Küresel Güç olma yolunda yürümelidirler Aksi taktirde önümüzdeki 30 yıllık zaman diliminde Rusya Federasyonu ve İran hiç istemeyecekleri durumlarla karşı karşıya kalabilir ve de parçalana bilirler…    

Dekabr 15, 2020 18:32

Şehit aileleri ve gazilerimize sahib çıkmalıyız

Onlar vatan ve millet yolunda canlarından geçenlerdir! Onlar, mesuliyet duymakta olduğu ailelerinden önce  “VATAN ve MİLLET” diyenlerdir. Akıttığı kanlarıyla vatan toprağını sulayan, tarihten bu güne yurt yapanlardır. Geleceğimiz olan evlatlarımızın ve milli kültürümüzün yaşaması için, kendi evlatlarını öksüz koymayı göze alanlardır. Töremiz de, inandığımız değerlerimiz de tarih boyu bize şehadetin anlam ve önemini her zaman diri tutmayı öğretmiştir. Türk toplumunun hafızasında “şehitlik” ve “qazilik”makamı yüce bir makam olmuştur. Bu makamların yüceliği, bizlerin duyarlılığı oranında gerçek değerini bulacak ve yaşatılacaktır. Şayet bizler, bu makama erişenlerin geride bıraktıklarına sahip çıkarsak, onların eksilecek yaşamını bir nebze de olsa önleyebilirsek, şehitlerimizi toplum katmanlarında isimleriyle yaşatabilirsek, onlar da mekanlarında eminim huzur içinde olacaklardır. Devletin her vatandaşı da mevzu-bahis vatan olduğunda geride kalacak olanlarla ilgili kayqısından kurtulacaktır. 90'lı yıllarda, Azerbaycan bağımsızlığı yolunda ve Karabağ Savaşlarında canlarını veren şehitlerimizin ailelerini ve de yaralanan, iş göremez halde olan qazilerimizi tanıdım. Şehitlerimizin ailelerinin ve çocuklarının maddi anlamda çok zor durumlarda kaldığına şahit oldum. Zaten atasını kaybetmek bir çocuk için ağır bir travmadır, bunun yanında madden sıkıntı ve zorluklarla da karşı karşıya kaldığı zaman, geleceğe olan ümitlerini ve inançlarını kaybediyorlar. Çok daha tehlikelisi, vatana ve millete olan sevgisini sorgulamaya başlayabiliyor. Yaşamlarında bu değerleri merkeze koymaktan imtina edebilirler ki bu da millet olamayan toplumlarda çokça görülür. Bu durumun farklı bir hali de qazilerimizin özünde-ailesinde yaşanabiliyor. Beden sağlığını ve çalışma imkanını kaybeden qazilerin,  aile ihtiyaçlarını karşılayamama duygusunu yaşaması, çocuklarına yaşamlarında destek olamaması, onları kahreder. Tüm bunlara şahit olan çevresinde de bu makamların yüceliği sorgulanmaya başlar ki toplum değerlerini derinden sarsabilecek, insanları bencilleştirecek, manevi değerleri yerle bir edecek neticeye götürür. Toplumun geleceğini qaranti altına almak istiyorsak, öncelikli olarak toplum için şehadeti göze alanlarına sahip çıkılmalı, onların sorumluluklarını devlet-millet elele vererek üstlenmelidir. Geride kalan ailelerinin ve çocuklarının tüm ihtiyaçlarının karşılanarak, sağlıklı bir anlayışla geleceğe taşınmalıdır. Babasını kaybeden bir çocuğa devlet “BABA” şevkatini göstermelidir ki o yolda yürüyenler tereddüt etmesinler. Geçmişte Azerbaycan yaşadığı olumsuzluklar sonucunda yeterli imkanlara sahip olmadığından/ya da herhangi bir sebepten şehit çocuklarına ve ailesine yeterince ilgi ve destek vermemiş olabilir. Bu günün Azerbaycan’ı tüm yukarıda kaleme aldığımız işleri yapabilecek güçte ve kudrettedir. Sözlerimi Şeyh Edebali’nin bir sözüyle bitirirken”Milleti yaşat ki devlet yaşasın!”, tüm şehitlerimizi rahmetle anıyor, qazilerimize acil şifalar diliyorum.  

Noyabr 21, 2020 14:44

BAŞIN DİK OLSUN KARDEŞİM!

Genç yaşlarımızda yaşadık müsibeti! En ağır sınavlardan geçtik, “Sabır” deyip yutkunmaktan kahrolduk. 30 Yıl boyunca heyecanlarımız ve heveslerimiz kursağımızda kaldı. Dağılan Sovyetler Birliğinin kara eli Azerbaycan’ımızın üzerinden kalktı dediğimiz anda, karmaşa ve kaosa sürüklenen Azerbaycan’ımızın üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlamıştı. Kirli emellerden beslenen kötü komşularımız, geçmişte olduğu gibi yine ihanet halkasını boynuna takmış, Kafkasya oyunlarının piyonu olmaya başlamış, Karabağ’da savunmasız sivil halkın üzerine ölüm ve kan kusmuştu. Çaresizce yurdundan yuvasından sökülen, çoluk-çocuğunu kurtarmak için yollara dökülen bir milyon insan topluluğunun yanında, yurdunu-toprağını bırakmak istemeyenlerin de akıl almaz işkencelerle vahşice öldürülmesi, bu gün bile gözlerimizin önünden gitmemiştir. 27 Yıl acılarını içinde bastırarak, onuru kırılmış bir halde yaşamaya çalışan milletim! Her ne kadar dik durmaya çalışsa da; başımızın öne düşmesine engel olamamış, “korkak, cesaretsiz” etiketinden kurtulamamıştık. Dünyayı, yedi yabancıyı bırakalım, özümüze de “KORKAK” olmadığımızı, içimizdeki ihaneti anlatamamıştık. Küresel Güçlerin oyun içinde oyun kurduğunu görememiş-gösterememiştik. Taa ki, o toprakların Türk şuurundan beslendiğini, ölümden korkmayan, şehadete inanan değerler yetiştirdiğinin farkına varıncaya kadar. 30 yıllık bir travmanın ardından bir kuşak kendi topraklarından uzakta büyüdükten sonra, nihayet Türkiye’nin maddi ve manevi desteğini arkasına alan Azerbaycan, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in emriyle silkinmiş ve ayağa kalkmış, ata-baba yurtlarını işgalden kurtarmak için cepheye-yola düşmüştür. Gençlerimiz bize yakışır gibi; toya-bayrama gider gibi “Vatanın Çağırışına” koşmuştur. Öylesine bir silkiniş, öylesine bir arzuyla silaha sarılmış ki, düşmana Karabağ’ı dar etmiştir. Mübariz İbrahimov’lar destan yazmaya başlamıştır. Elbette vatan topraklarının kurtuluşu için bedeller ödemekteyiz, dünya durdukça ödemeye devam edeceğiz. Şehadet yolunda şehitler vereceğiz ki, vatan toprakları kanlarımızla sulandıkça daha derinlere kök salacağız. Geçmişinde vatan için toprağa düşenlerimizin, şehitlerimizin ve o topraklara hasret gidenlerimizin ruhları şad olsun. Bu günlerde kadim yurt yerlerimizden olan Şuşa’nın kurtuluş haberini beklemenin heyecanı ile nefes almaktayız derken, Şuşa düşman çizmelerinden arınırsa, Karabağ’ın kurtuluşunu kutlama hazırlıklarına başlaya biliriz diye düşünürken, Şuşamızın kurtuluş haberini duyduk. 30 yıllık hasretimize son verildi. Karabağ Azerbaycandır! Bu zor günümüzde dost-düşmanımızı tanırken, tarih “Qardaş Kömeyi”ne bir daha şahit olmuştur. Yaşasın Azerbaycan-Türkiye kardeşliği!

Noyabr 8, 2020 13:28

“Global güclerin bölgemizi dizayn çalışmaları”…

Başta Türkiye olmak kaydı ile tüm Türk ve İslam Dünyası adeta ateş çemberinin içinde kalmıştır. Dünyadaki Güçler bizim coğrafyamız üzerinden, bizlere karşı cereyanlar var edilmektedir. Geriye dönük son iki yüz yıllık tarihe baktığımız zaman, yürütülmüş tüm savaşlardan zarar görenler ekseriyet Türk ve İslam coğrafyasıdır. Hatta, ll. Dünya Savaşına girmediğimiz halde, savaştan yenik ayrılan ülkeler kadar tam bağımsızlığımızı kaybetme noktasına gelmişiz. 20. Asrın sonlarına doğru Balkanlarda yürütülen politikalar yine o bölgedeki Türk ve Müslüman nüfus üzerine oynanmış, aşama aşama katledilmiş ya da zorla göçürülmüştür. Tam o sıralarda Sovyet sınırları içerisinde yürütülmekte olan "Yeniden Yapılanma" adıyla Kafkasya'da kıyımlar başlamış, ne acıdır ki bundan en ağır darbeyi Azerbaycan-Karabağ bölgesi almış, milyonla insan ya katledilmiş veya yerinden-yurdundan edilmiştir. Bu gün Ortadoğu Bölgesinde yürütülen siyaset, "bizi bize kırdıran" siyasete çevrilmiştir.Türkiye Cumhuriyeti'nin etrafında, Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu adeta "Şeytan Üçgeni"ni andırmaktadır. Tarih Boyu İslam sancaktarlığını yapan Türkler olmuş, Türkler güçlü ise İslam güçlü olmuş, bölge insanı huzur bulmuştur. Türk devletleri kendilerinin dışında tüm halkların hak-hukuklarının korunmasına önem vermiştir. Oysa bu gün, Küresel Güçlerin oyuncağına çevrilen bölge halkları, başta Araplar olmak kaydı ile birbirlerinin aleyhine politikaların birer parçasına çevrilmişlerdir. Bunun yanı sıra, Fars-şovenist siyaseti yapmakta olan İran İslam Cumhuriyeti de ne yazık ki bunun bir parçası olmuştur. Bu gün Türk Dünyasının kiblegâhı sayılan Mustafa Kemal Atatürk'ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk sonrasında kuruluş kodlarından uzaklaşarak, başka bir boyuta geçmiş, "etken" politika ekseninden çıkmış-"edilgen" politikaların parçasına çevrilmiş, bölgede lider olma şansını uzun yıllar kaybetmiştir. Bu gün şayet tam bağımsız ve etken bir Türkiye olmak istiyorsa, çevresindeki "Ateş Çemberi"ni kırmalı, Küresel Güçlere rağmen bölgenin söz sahibi ülkesi olduğunu göstermelidir. Bu konuda ilk başlaması gereken nokta Karabağ problemi olmalıdır. Karabağ, Emperyal Güçlerin pazarlık masasının menüsü olmamalıdır. Kayıtsız-şartsız Azerbaycan toprağı olduğu, Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde hareket etmelidir. Bu konuda Azerbaycan da üzerine düşeni yerine getirmeli, Rus korkusundan kurtulmalı derhal Ermenistan'a ültümatom vermeli, gereğini yapmalıdır. Savaşla kaybedilmişse, yine savaşla da almalıdır. Eğer tüm bu şartları yerine getiremeyeceklerine inanıyorlarsa, Rus korkusundan kurtulamıyorlarsa; o zaman da aşağıda işlenilmiş olan alternatif yol izlenmeli, bölge ülkelerinin işbirliği ile Küresel Güçleri konu dışında tutarak, bölge problemlerini haletmeliler. Nasıl mı? B planı diyebileceğimiz alternatifi ele alarak: “Ermeni kuvvetleri 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gecede Hocalı kasabasında, 83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 kişiyi vahşice katletti.” sözünden kurtulmalıyız. Yukarıdaki şablon cümle, 26 yıldır dillerde pelesenk olmuş. Dünyaya yaşanmış olunan vahşeti, dar çerçevede anlatmaya ve gözler önüne sermeye çalışmak için didinip durmaktayız. Vahşetin gerçek boyutunu küçülten bu söylemin eksik bir söylem olduğunu düşünüyorum.  Oysa günümüz şartlarını dikkate almadan bu konuda ne kadar anlatırsak, ne kadar işlersek sadece kendi duyarlılığımıza hitap etmekten başka bir sonuç elde edemediğimiz görülmektedir. Sesimizi ulaştırmak istediğimiz belli kesimler ve uluslararası sisteme hakim güçler, “üç maymun”u oynamaya devam edeceklerdir. Bilinmelidir ki, Birleşmiş Milletler ve Minsk Grubu tüm bu yaşananlara yabancı olmamakla birlikte, hukuki açıdan haklı olduğumuzu bilmelerine rağmen sessiz kalmaya devam etmektedirler. Dikkatinizi çekmek isterim ki, bazı dar düşünceliler, Ermeni Diasporasının gücünden geldiğini sanmaktadırlar. Evet, Ermeni Diasporası yüz yıldır Türk karşıtı bir propaganda yapmıştır ve yapmaya da devam edecektir. Çünkü Ermenilerin varlığı bu propagandaya dayalıdır, mağdur ve mazlum edebiyatından beslenmektedir.  Bu suskunluk söz konusu güçlerin çıkarlarıyla örtüştüğü içindir ki, Karabağ bir sorun olarak kalmaya devam edecektir. Hatta bölge ülkelerinin onayı olmadan, silahla ve güce dayalı bir çözümün de söz konusu olmayacağı herkesçe bilinmektedir. Bu  sorun sadece Azerbaycan’ın sorunu değil, tüm bölge ülkelerinin sorunudur. Şayet bu sorunun çözümsüzlüğü devam edecekse, bölge ülkelerinin hiç birine yarar getirmeyecek, tam tersine ülkeler ve halklar arasında sorunları çoğaltacak, düşmanlıkları körükleyecektir. Bu düşmanlıklar da sadece tarih boyu olmayan Ermenistan’ın bölgede varlığını tescillemeye yarayacaktır. Asırlardır bir arada yaşamakta olan halkların arasında derin çatışmalar var edilecektir ve dünyadaki batı güçleri olmak kaydı ile güç dengelerinin bir aracına çevrilmiş haliyle varlığını devam ettirecektir. Problem nasıl çözüme kavuşturabilir?  İşte! Tam bu noktada bölge ülkeleri günlük şahsi menfaatlerini bir anlık kenara bırakarak, İran, Türkiye ve özellikle Rusya bölgeyi ateşe vermek isteyen batı anlayışının önünü kesmek için işbirliğine gitmelidir. Aksi takdirde sürdürülebilir olmayan politikalar bölge ülkelerini karşı karşıya getirecek bir manivelaya çevirebilir ve de söz konusu ülkelerin üzerinden kendi siyasetlerini yürütebilir. Dün Irak’ta, bu gün Suriye’de yürütülen politikaların hiç biri, o bölgede yaşamakta olan ülkelerin ve halkların geleceğine hizmet etmemiştir. Yarın için de Karabağ üzerinden yürütülecek olan programlar asla bölge ülkelerine hizmet etmeyecektir.            

Mart 16, 2020 10:50

“Lejyonerler” mi, “Kahramanlar” mı?

Bu günlerde "Azerbaycan Muhaceratı" üzerine yoğunluklu olarak yapılan çalışmalarla ilgili konuşma ve sohbetlerde, hatta araştırma faaliyetlerinde karşılaştığım bir terim var ve ben bu terimin yerinde kullanılmadığını düşünüyorum. "LEJYON" sözü légionnaire  Fransızca bir sözcük olup, Paralı Asker anlamında kullanılmaktadır. Bizim gibi milletlerde "Asker" sözcüğünün anlam ve içerik olarak kutsiyetinin olduğunu düşünürsek, lejoner veya lejyon söylemleri bizlerde çok ayrı anlamlar içermektedir. Paralı asker veya satılmışlar anlamına çıkar ki, Türk milletinin karekteri ile örtüşmeyen bir durumdur. Türklerde "ASKER" söylemi vatan, millet için canını ortaya koymakla eş değerdir. Yurt için, millet için ölmeği göze alandır asker. Oysa 2. Dünya Savaşında Almanlara karşı savaşa başlayan Sovyetler Birliği ordusunda var olan bir kısım Azerbaycan askerleri saf değiştirerek, Alman saflarında yer almış ve Sovyet ordusuna karşı çarpışmaya başlamıştır. 20-25 yıllık Sovyet işgali altında bulunan Azerbaycan'ın kurtuluşu için  Almanların tarafına geçmeleri ne vatan hainliği, ne de satkınlık değildir. Hele Almanlar adına savaşan paralı askerler hiç değildir. "Azerbaycan Lejyonerleri" söylemi Sovyetlerin onları öyle adlandırmasıdır. O gün, bu söylem Azerbaycan'da söylenmesi doğru olabilirdi, zaten Sovyet zihniyetinin onlara kahramanlık payesi vermesi de söz konusu olmazdı, tam tersine onların ailelerinin mahvedilmesi anlamına gelirdi. Cephede saf değiştirenlerin tüm yakınları Sovyetler tarafından ve ne yazık ki Sovyet Azerbaycan'ı tarafından da "LEJYONERLER" diye ifade edilmiştir. Oysa, onların her biri kahramandır ve de özel değerlerimizdir. Gelin bu günden itibaren onları vatan ve milletimizin kahramanları, diye seslendirelim. Yanlışın neresinden dönülse kardır...

Mart 16, 2020 10:01

20 Ocak 1990 Yanvar Katliamı

Her şey 1987 yılında başlamıştı. Birinci aşaması 1950 li yıllarda tamamlanan milli Ermenistan devleti, halkı azınlıkta olan bir Ermenistan, çoğunluk duruma geçmiş olsa da huzursuzdu. Öncelikle o topraklarda yaşamakta olan ve gerçek sahipleri olan Türklerin kalanlarını bir an önce ülkeden çıkarmalıydı. 1988 yılında resmi olmayan, psikolojik baskı ve yıldırma yöntemiyle bir kısım insanları çıkardılar, kalan 280 bin kişilik son grubu da resmen "ya git-ya öl!" Sovyet Ermenistanı devlet kararıyla, insanları ülkeden çıkardılar. Bu insanlar elbette gidebilecekleri tek yer vardı, o da Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti idi. Azerbaycan, 280 bin kişilik zorunlu göçle gelenlerin sıkıntısı ile boğuşurken, Sovyetler Birliği hükümetinin kayıtsızlığı ve Sovyet Ermenistanın'a hiç bir yaptırımda bulunmayışı, Azerbaycan toplumunu zaten huzursuz ediyorken; tam da o sırada Karabağ'ı Sovyet Ermenistanı'nın istemesi ve o bölgede silahlı terör estirerek insanları katletmesi, çeşitli baskılarla kaos yaratması bardağı taşıran damla olmuştu. Sovyet Azerbaycanında yaşamakta olan halk ve özellikle Revan bölgesinden zorla sürülen büyük bir kesim ki gelip Karabağ'a yerleşmişlerdi, sivil bir hareket başlatarak Ağdam Mitingiyle, yapılanlara Moskova'nın sessiz kalmasını protesto ediyordu. 1989 Yılında onlarca miting yapıldı ki, Moskova'nın dikkatini çekmek için. Sonuç olarak; Moskova'nın sessizliğini bozmaması üzerine, Azerbaycan aydınları kendi geleceğini tayin etme fikrine yöneldiler. Halkın tamamı bu düşüncede olmasa da "20 YANVAR" gecesi Sovyet ordusunun şehre girmesini istemeyen silahsız insanları katledince, halk "böylesi bir katliamı yapan ordu benim ordum olamaz" diyerek, 21 Ocak günü Azatlık Meydanında yakılmış olan ateşe, Sovyet kimliklerini atarak "benim insanlarımı öldüren devlet, benim devletim olamaz!" diyerek, bağımsızlık sembolü olan üç renkli bayrağı göndere çekmişlerdir. O gün şehit ve gazi olanlardan özür dilemek gerekir ki, onlar bu vatan için can verdiler, bağımsız bir devlet yarattılar.

Yanvar 20, 2020 18:51

Aşıklık geleneği ve kopuzun hikayesi – l

Türkler, tarih boyu Asya'dan Avrupa'ya hatta Afrika'ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış ve birlikte yaşadıkları her toplumun kültürüne bir şeyler katarken, söz konusu toplumun da birçok kültür değerlerinden kendi kültürlerinde yaşatmaya açık bir toplum olmuşlardır. Bir anlamda sanırım Türkleri arılara benzetmek yanlış olmayacaktır. Arıların her gittiği çiçeğin balözünü toplamaya çalışırken, çiçeklerin tozlaşma yoluyla döllenmesini sağlamak gibi bir görevi de yerine getirmekte olduğunu görüyoruz. Binlerce yıllardan süzülüp  gelen kültürel değerlerimizi, günümüze kadar bizlere ulaştıran birçok enstrüman vardır. Bunların en başına "saz" ve "ozan" birlikteliğini,  yani âşıklık geleneğini koyabiliriz. Âşıklar, sazlı-sazsız, doğaçlama yoluyla-kalemle veya birkaç özelliği bir arada kullanan geleneğe bağlı şiiri belli ezgi ve ahenkle söyleyenlere"âşık-ozan", söyleme biçimine de "âşıklık-âşıklama"denir. Âşıkların kural ve kaidelerini özünde barındıran sistemin tümüne de "âşıklık geleneği"denir. Âşıklık geleneğindeki tanımlamaya göre âşıklar; saz çalıp-çalamama, atışma, karşılaşma yapıp-yapamama, doğaçlama şiir söyleyip-söyleyememe, usta-çırak ilişkisi içinde yetişip-yetişememe vb. gibi geleneksel ölçülerle birbirlerinden ayrılırlar. Âşıklık geleneğinin oluşmasında ve bu gelenek içinde yetişen aşıkların şekillenmesinde geçmişten günümüze kalan tarihi ve kültürel mirasın önemli bir rolü vardır. Bu tanımlamaya dayanarak şu sonuca varabiliriz: Toplumları ileriye taşıyan ve geliştiren unsurlar içinde kültürel mirasın inkar edilemez rolü vardır. Türk Edebiyatının bilinen başlangıcı olarak kabul edilen Dede Korkut hikayelerinin de temelinde "kopuz" ve "ozan" vardır. O günlerden bu günlere Dede Korkut'un kopuzu ve dili, geçmiş kültürümüze adeta birer ayna tutarak bizlere ders niteliğinde birçok mesajı ileterek, kültürel çalışmalarımızın mihenk taşlarından birisine çevrilmiştir. Dolayısı ile tüm halk hikâyeleri  elinde saz-dilinde söz, yüreğinde beşeri ya da ilahi bir sevgi vardır. Bazen giden bir sevgiliye yakılan ağıtta, bazen güzelliği anlatan , bazen de yiğitlik ve kahramanlıkları anlatan hatta; bazen toplumsal gidişatı eleştiren, yeren, halkın duygularını dile getiren koşuk ya da koşmalarımız vardır. İslamiyet öncesi  Alp Er Tunga Destanında olduğu gibi yiğitlik ve kahramanlık sembolü kişileri destanımsı bir dil ile anlatmıştır Dede Korkut. Erler çıkmış meydana, Ağıt yakarlar Han'a. Haykırırlar cihana, Alp Er Tunga öldü mü? Issız acun kaldı mı? Ödlek öcün aldı mı? İmdi yürek yırtılır? Türklerin İslamla tanışması sonrasında, dini motiflerin de aşıklık geleneğine çok önemli tesirlerinin olduğunu görmekle birlikte, kültürel anlamda aşıklık geleneği özünden bir şey kaybetmeden tarihi seyirine devam etmiştir. Örneğin Bizler ilahi sevgiye giden yolun beşeri ve halk sevgisinden geçtiğini de yine sazı ve sözü ile ozanlarımızdan öğrenmişiz. Tüm dertlerimizi, sevinçlerimizi hatta tarihdeki bir çok kahramanlıklarımızı da sazı ve sözüyle ozanlarımız dile getirmiştir. Yukarıda da değindiğimiz gibi Aşıklık Geleneği ve sazın Türk  tarihi ve de geleneklerinin bu günlere taşınmasında çok önemli bir yeri vardır, günümüzde de bu yerini korumaya devam etmektedir.

Oktyabr 3, 2019 19:14

Tekamül bu mudur!?

Dünyanın iki kutuplu sürecinden sonra "Qlobalizm" rüzgarına kapıldığı günümüze kadar geçen süre otuz yıla yaklaşmaktadır. O günlerde sönmeyen bir alevi andıran Azerbaycan sevgim, bu güne kadar ruhunu kaybetmeden süregelmektedir. Yine o günlerde sevdamız Azerbaycan'ken, bu gün yaşam felsefemize dönmüş durumdadır. Gençliğin en hararetli günlerinde bizler için kapalı kutuyu andıran Sovyetler Birliğinin dağılma sürecine şahitlik edenlerin, söz konusu dağılma sürecine katkı sunanların, yurt ve vatan kavramının Sovyetler Birliğinden sıyrılıp, Azerbaycan Cumhuriyetinde şehadete ve qazaya dönüşen insanlarımızın ve hatta dünyada nelerin olup-bittiğinin idrakinde olmayıp sessiz kalanların da,  birçok konuda mahrum kaldığı bazı değerlerin yanı sıra, o günlerde sahip oldukları ancak  bu gün uzağında kaldıkları değerlerin de var olduğunu söylemek mümkündür. Günümüzden yaklaşık yüz yıl önce, tüm imkansızlıklara rağmen bağımsızlık bayrağını Azerbaycan semalarına çekenlerin ikinci ve üçüncü kuşaklarının 70 yıl suskunluğundan sonra yeniden ayağa kalkması ve kimlikleri üzerinden atalarının ruhlarını şad etme arzusunda olanların duygu ve düşüncelerine zaman zaman şahit oluyor ve otuz yıl önceki heyecan ve coşkudan çok şey kaybettiklerine üzülerek şahit oluyorum Geçtiğimiz günlerde Bakü'den gelen bir dostumuzla sohbet ederken, ondaki umutların ve idealist fikirlerin sarsıldığını görmek, canımı haddinden fazla acıttığını ve yeterince beni sarstığını söyleyebilirim.  Bir hal-hatır sordum; bin ah işittim desem yeridir. "Bizler vatan için her şeyimizi ortaya koyduk, hayatımızı mücadeleye adadık, Sovyetler gibi bir devi dize getirdik, deryayı geçtik, çayda boğulduk," dedi. Neden böyle düşündüğünü, sorunca;"Azerbaycan Kültürünün yaşadığı tüm coğrafyamız paramparça, insanlarımızın bir yumruk olmaktan uzak olduğu, bir avuç ermeni elinde aciz kaldığımızı, geçimşimizi kaybetmekle kalmayıp-geleceğimizden umudunu kestiğini," söyledi. Bu kadar karamsar olmaması gerektiğini söylediğimde ise; "Nasıl karamsar olmayayım? Sovyetlerin zamanında bizlerin ne gelecek kaygısı, ne çocuklarımızın geçim derdi, ne ev, ne iş derdimiz yoktu. Sadece bağımsız olmayan bir Azerbaycan derdimiz var idi. Bu günse, Ne çocuklarımın geleceğine umutla bakabiliyorum, ne ülkemin işgal edilmiş topraklarının geriye döneceğine inancım var, Azerbaycan'ın bağımsızlığına olan inancımı da kaybettim. Öyle ki, o zamanlar bir tek Sovyetlerin işgali altındaydık, yalnız onlara hesap veriyorduk. Oysa bu gün Qlobal bir sistemin pençesinde, vahşi bir kapitalizmin ayakları altında inim inim inlemekteyiz. Batısından doğusuna tüm dünyaya hesap vermekle mükellefiz. Otuz yıl bundan önce, bir kişinin maaşı 50 dolara karşılıktı ve bir aileyi iyi-kötü geçindirebiliyorduk. O günden bu güne işçi maaşı 70-80 dolara karşılık gelmektedir ve geçinmenin imkanı yoktur. Sıradan bir ailenin geçimini en azı beşyüz dolardan aşağı sağlayamazsınız. Bazen düşünmeden edemiyorum ki, Sovyet sistemine haksızlık mı ettik? hayatımızı ortaya koymamızın bedeli 20-30 dolardan mı ibaretti?" Yüreğinin vatan ve millet sevgisiyle dolu olduğuna inandığım bir adamın, böylesine korkunç bir düşünceye evrilmesine söylenecek söz bulamıyorum...  

Sentyabr 6, 2019 13:10

25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gecede Hocalı kasabasında…

"Ermeni kuvvetleri 25 Şubat’ı 26 Şubat'a bağlayan gecede Hocalı kasabasında, 83 çocuk, 106 kadın ve 70'den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 kişiyi vahşice katletti." Yukarıdaki şablon cümle, 26 yıldır dillerde pelesenk olmuş. Dünyaya yaşanmış olunan vahşeti anlatmaya ve gözler önüne sermeye çalışmak için didinip durmaktayız. Oysa günümüz şartlarını dikkate almadan bu konuda ne kadar anlatırsak, ne kadar işlersek sadece kendi duyarlılığımıza hitap etmekten başka bir sonuç elde edemediğimiz görülmektedir. Sesimizi ulaştırmak istediğimiz belli kesimler ve uluslararası sisteme hakim güçler, "üç maymun"u oynamaya devam edeceklerdir. Bilinmelidir ki, Birleşmiş Milletler ve Minsk Grubu tüm bu yaşananlara yabancı olmamakla birlikte, hukuki açıdan haklı olduğumuzu bilmelerine rağmen sessiz kalmaya devam etmektedirler. Dikkatinizi çekmek isterim ki, bazı dar düşünceliler, Ermeni Diasporasının gücünden geldiğini sanmaktadırlar. Evet, Ermeni Diasporası yüz yıldır Türk karşıtı bir propaganda yapmıştır ve yapmaya da devam edecektir. Çünkü Ermenilerin varlığı bu propagandaya dayalıdır, mağdur ve mazlum edebiyatından beslenmektedir. Bu suskunluk söz konusu güçlerin çıkarlarıyla örtüştüğü içindir ki, Karabağ bir sorun olarak kalmaya devam edecektir. Hatta bölge ülkelerinin onayı olmadan, silahla ve güce dayalı bir çözümün de söz konusu olmayacağı herkesçe bilinmektedir. Bu sorun sadece Azerbaycan'ın sorunu değil, tüm bölge ülkelerinin sorunudur. Şayet bu sorunun çözümsüzlüğü devam edecekse, bölge ülkelerinin hiç birine yarar getirmeyecek, tam tersine ülkeler ve halklar arasında sorunları çoğaltacak, düşmanlıkları körükleyecektir. Bu düşmanlıklar da sadece tarih boyu olmayan Ermenistan'ın bölgede varlığını tesçillemeye yarayacaktır. Asırlardır bir arada yaşamakta olan halkların arasında derin çatışmalar var edilecektir ve dünyadaki batı güçleri olmak kaydı ile güç dengelerinin bir aracına çevrilmiş haliyle varlığını devam ettirecektir. Problem nasıl çözüme kavuşabilir? İşte! Tam bu noktada bölge ülkeleri günlük şahsi menfaatlerini bir anlık kenara bırakarak, İran, Türkiye ve özellikle Rusya bölgeyi ateşe vermek isteyen batı anlayışının önünü kesmek için işbirliğine gitmelidir. Aksi takdirde sürdürülebilir olmayan politikalar bölge ülkelerini karşı karşıya getirecek bir manivelaya çevirebilir ve de söz konusu ülkelerin üzerinden kendi siyasetlerini yürütebilir. Dün Irak'ta, bu gün Suriye'de yürütülen politikaların hiç biri, o bölgede yaşamakta olan ülkelerin ve halkların geleceğine hizmet etmemiştir. Yarın için de Karabağ üzerinden yürütülecek global programlar asla bölge ülkelerine hizmet etmeyecektir. Bölgesel Güçler (Rusya, İran, Türkiye)işbirliğinde sorun çözüme kavuşturulabilir, tıpkı bu gün Suriye'de olduğu gibi...  

Fevral 28, 2019 14:20

Yeter artık – çözüm üret!!!

Bu günlerde 20 Yanvar 1990 Bakü katliamının yıldönümünü zafer olarak ve şehitlerimizi de saygı minnet ifadeleriyle andık. Bir kez daha şehitlerimizin ruhu şad olsun. Uzun yıllar o gün yaşadıklarımızın travmasından çıkamamış ve matem gibi alqılamıştık. O gece verilen canlarımızın halkımıza bir zafer kazandırdığını uzunca bir süre sonra anlamaya başlamıştık. Millet tam da 20 Ocak 1990 yaralarını sarmaya çalışırken, bağımsız cumhuriyeti yola koymakla meşgulken, tarih boyunca piyonluk yapanlar yine yapacağını yapmış, Azerbaycan'ın bağrına-Karabağ'a saldırmaya başlamışlardı. Dünya-alem biliyor ki, bunu yapacak yürekleri yoktu ancak, birilerinin köpekliğini yaptıkları ayen-beyan ortadaydı. Masum ve savunmasız bir millete kadın, çocuk, yaşlı demeden katliamlar yapılıyordu. Aslında bu katliamlar insanlığa yapılmaktaydı, tecavüz insanlığın iffetine yapılmaktaydı. Böylesine vahşeti insanın insana yapacağını tahayyül bile edemezsiniz. Yaşanılan vahşeti anlatacak sözcüklerin kifayetsiz kaldığı, tekrarlarının yaşanıldığını yalnız, 20. Asrın başlarında yaşayanların torunları olan bizler biliyorduk. 26 Şubat 1992-Hocalı Soykırımı soysuzluğu görülmeyen boyutlara çıkarıyordu. Tarihe; canavarlaşmak bu olsa gerek, dedirten bir iz düşülüyordu. Dünyanın birçok yerinden gelen ve yaşanılmış olanları kendi gözleriyle görmüş olan medya mensuplarının kalemlerinden, aklın almayacağı, travmatik hadiselerin yayınlanması, kayıt altına alınması ve kısa sürede gündemden düşmesinin şahidi olmuştuk. Tüm bu olanlara anlam vermek mümkün değildi. Ortada deliliyle, sübutu ile var olan VAHŞETE rağmen dünyanın sessizliğini bizler de anlamamıştık ya da anlayamamıştık. 27 yıldır bunu tüm dünyaya ispatlamak için çırpınıp duran Azerbaycan'ı ne dünyanın güçlüleri, ne de "İNSAN HAKLARI HAVARİLERİ! duymaz-görmez-işitmezi oynuyorlardı. Yine bu güçlerden bir hakem heyeti oluşturuluyor; onlar da soğutma çalışmaları yapmakla meşguldüler. Onlar kimdi; Dünya'ya insanlık dersi veren ABD, tüm olanların müsebbibi Rusya, demokrasinin beşiği! Fransa, hakem heyetinin üyeleriydi. Sizlere şöyle bir soru sorulsa, "Ermeni Lobisinin dünya'da güçlü olduğu üç ülke adı söyleyin" bu ülkeler kimler olur? Sokaktan yüz kişiye sorulsa, tamamı hakem heyetini (ABD, Rusya, Fransa) sayacaktır. Demek ki, biz sahada ve masada kaybetmişiz... Kimseyi suçlamak istemiyorum, sadece günün şartları bunu talep ediyor. Tüm bunlara rağmen, bizler ne yapmalıyız? Her 26 Şubat geldiğinde konu hakkında kalıplaşmış sözlerle yüreğimizi delen acılarımızı dilimizden akıtıp rahatlamalı mıyız, yoksa başka neler yapılabilir, noktasında mı kafa yormalıyız? Sanırım öncelikli olarak sıradanlaşmış anım programlarından kurtulmalıyız. Şahsen benim çevremden "yeter artık, bize vahşetin cesetleri göstermeyin" diyen çok insan var. 25-30 yıllık bu travmadan çıkmalı ve neler yapabiliriz, üzerinde düşünmemiz ve konuşmamız gerekiyor. Bu vahşete, katliama, bu soykırıma ortak olanlar da dahil, onların yataklarında rahat uyuyamayacağı, susmayı yeğleyenler de dahil huzursuz olabileceği neleri yapmalıyız? Bu konuda yapılabilecek çok şey olduğuna inanıyorum. Devlet ve millet olarak suskun kalmakla, bilerek veya bilmeyerek sadece soğutma çalışmalarına katkı ve destek veriyoruz. Bu konuda devleti ve hükümeti suçlamak, ya da tek başına milleti suçlamak kolaycılığa kaçmaktır. Bunun için yapılması gereken en öncelikli iş, siyasi kan davalarını bırakıp, geçmişe sünger çekip, devlet ve millet elele vermelidir. Birbirimizi yemekten, birbirimizi didmekten kurtulmalıyız. İddia ediyorum ki, sistem ve millet birbirini vurmaya sarf ettiği enerjiyi parçalanmış vatan topraklarına harcamış olsaydı, bu gün Azerbaycan düşmüş olduğu bu zilletten çok uzakta bir noktada olurdu. "Zillet" sözümden lütfen kimse alınmasın; kanı kurumamış şehitlerinin çocukları sefil ve perişan, gazileri eceliyle başbaşa kalmış, toprakları 30 yıldır işgal altında kalmış bir milletin durumunu "ZİLLET" olarak ifade etmek sanırım abartı değildir.        

Yanvar 28, 2019 12:06

100 yıllık uykudan uyanmak!

Toplumlar, yaşadıkları kültürün geleceğe aktarımına aracılık eden yerleşim adları ile anılır. Muhacir gelenler, aradan 100 yıl geçmiş olmasına rağmen geldikleri yer adlarıyla anılır ve tanınırlar. Örneğin; Karabağlılar, Genceliler, Cebrayıllılar, İrevanlılar, hatta küçük yerleşimden gelenler bile, Ağbabalılar, Şiddililer, Gümrülüler gibi uzatabileceğimiz çokca yer adlarıyla ifade edilirler.Dünyanın herhangi bir yerinde, binlerce yıldan süzülüp gelen değerlerin şekillenmesinde çok önemli etken coğrafi özelliklerdir. O yerden bir başka coğrafyaya gitse de yaşadığı kültürü ikincil olan yere taşır ve  bilerek veya bilmeyerek nesiller aracılığıyla geleceğe aktarır. Bazı toplumlar bu konuda çok radikal olarak geldikleri yerleri  toplumsal hafızlarında asırlar boyu diri saklamasının yanında, bazı toplumlar ise bu konuda, adeta "balık hafızalı" bir davranış sergileyerek, geçmişine ve gelecek nesillere kötülük ederler. Acaba biz bunlardan hangi kategoriye girmekteyiz?Tam yüz yıl önce, tarihi yurtlarımızdan savunmasız bir haldeyken kovulan, sürülen hatta toplu katliamlardan ailesini ve çoluk-çocuğunu korumak adına panik içinde yurtlarını terk etmek zorunda kalan onbinlerce çaresiz ailelerin, bu gün milyonlarca nüfusuna sahip bizler Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşları olarak yaşamımıza devam etmekteyiz. Özellikle sınır boylarındaki serhat şehirlerimiz olan Kars, Iğdır ve Ardahan illerine yerleşmiş olan bu ailelerimiz, ortalık sakinleşince dönme umuduyla yıllarca  beklemişler, nihayet umutları suya düşünce yersiz ve yurtsuz olarak hayat mücadelesine koşulmuşlar. Özellikle Revan coğrafyasından gelen birinci kuşak ilerleyen yaşlarında yurt özlemiyle dolu, hasret acısını bağrına basıp söndürmeye çalışsa da zamanla geçmişin ağır travmasının dışa vurmasıyla,  çocuklarına dramatik hikayelerini biraz daha hafifleterek anlatıp, yaşamdan sessiz-sedasız kopup gitmişler. Söz konusu hikâyelerle büyümekte olan kinci nesil ise bu konuda gereğini yapmayıp, geçmişi unutmak ve geleceğe umutla bakmak adına yaşam mücadelesine girmiş, çocuklarını kendi dinledikleri hikâyelerinden uzak tutma gayretinde olmuşlardır. Nihayetinde ikinci nesil de yavaş yavaş sayıları azalmaya başladı. Bu gün yaşamakta olan üçüncü nesil ise yeterince bilgi ve birikime sahip değil. Sadece "Benim de dedelerim Azerbaycan'dan gelmişler" tarzında kalıp cümlelerden ibaret bir bilgiye sahiptirler.Günümüzde toplumların gelecek bağlarını geçmiş üzerine sağlam temellere oturtarak yön verme planlarının yanında sağlıklı bir geçmiş hikâyesi yoksa bile, yamalı bir bohça gibi kendine soy-kök oluşturma peşindeyken, bizim kültürümüz insanları ise "tüm evrensel değerler" üzerinden yürüyerek, herkesin insan olduğu anlayışını rehber edinmiştir. Her zaman  doğru yönüyle baktığımızda güzel görünen, ancak teoride kalan, gerçek hayatta bizim dışımızda pek kimselerde kabul görmeyen, kabul görmüş gibi yapılan bu anlayıştan daima zarar görmüş, kaybetmişiz. Son zamanlarda, özellikle  son yüzyılda Ermeniler üzerinden toplumumuza ve milletimize karşı yürütülen politik oyunlar, kanlı katliamlara rağmen bizim bir çok insanımızın Ermenilerle dostluğumuzdan bahsetmelerini anlamakta zorlanıyorum. Haksızlığı uğrayanların bu düşüncede olmalarına rağmen, dostum dediğimiz o insanlardan birilerinin bize karşı bir haksızlığın yapıldığını söylediğini görmek pek mümkün olmuyor. Münferit olarak söyleyenlerin de sesini ve soluğunu kestiklerine tarihte ve bu gün de (tıpkı Hırant Dink'e yaptıkları gibi) şahit olmuşuzdur.  

Yanvar 24, 2019 12:56

Türklüğün en köklü bayramı Novruz…

Milleti bir araya getiren ve bir arada tutan değerler vardır. Dil ve kültür bunların başında gelir.Türk milletinin tarihine mal olmuş en keskin kültürel değerlerden birisi de bu gün kutlamakta olduğumuz Novruz Bayramımızdır. Türklüğün bilinen tarihi sürecine baktığımız zaman Novruz Bayramı, en eski takvim olan Hayvanlar Takvimi de denilen Güneş takvimine göre yılın başlangıcı-yeni gün, kışın bitişi-tabiatın uyanışı Bahar Bayramı, Demir Dövme Bayramı, Ergenekon Bayramı gibi adlarla sürüp gelmiş ve Cengiz Hanın İran ve Anadolu seferine kadar da bu adlarla yaşatılmıştır. İran Coğrafyasında o güne kadar binlerce yıldır yaşamakta olan Türkler, zaten bu bayramı önceki adları ile kutlamaktaydılar. Göktanrı İnancında, Şaman Kültürünün bir parçası olarak yaşamakta olan Novruz-yeni gün, Azerbaycan ve İran Coğrafyasında Zerdüştlük İnancında da yaşatılmış ve bazı ritüelleri de Zerdüştlükte pekiştirerek yoluna devam etmiştir. İslam inancının bölgede kabul görmesiyle birlikte bu kutlama anlayışı değişmemiş hatta; İslamın ilk halifeleri devrinde yapılan "Bizler, gelenek ve göreneklerimizle birlikte İslamı ve İslam anlayışında yaşamayı kabul ediyoruz," maddesini içeren bir anlaşmaya da konu olmuştur. İşte! o anlaşmada ilk kez "NOVRUZ (YENİ GÜN) BAYRAMI" adı, yani Farsça söylem kullanılmıştır. O günden sonra, asırlarca Türklerin yaşamakta olduğu tüm coğrafyada kutlanan bayram, İslamın kabul gördüğü Türklerde, bu güne kadar bu adla sürüp gelmiştir. Bu kutlamalar Orta Asya Türklüğünde, Gazneliler'de, Babürler'de, Selçuklular'da, Sefaviler'de ve Osmanlılar'da da Novruz Bayramı olarak kutlanırken, neredeyse tüm Türk ve İslam Coğrafyasında kabul gören "BAHAR BAYRAMI"nın Türkiye Cumhuriyetinde kutlanmaması, bir boşluk yaratmış, bu boşluğu da birileri siyasi hareket alanına malzeme olarak kullanmaya başlamıştır. Bu durum Anadolu Türklüğünde kaygı ve endişe ile karşılanmış, en köklü bayramımızı kutlamaktan kaçınır olmuşlar. Bizler bu günlerde tarihimizden ve yaşadıklarımızdan aldığımız tecrübelerle hayatın boşluk kabul etmeyeceğini görerek, kültürümüze sahip çıkmamız gerektiğini, en köklü ve geleneksel bayramımız olan Nevruz Bayramımızı kaybetmemeli, gelecek nesillere aktarmalı, kutlamalı ve de bu bayramın felsefesinde barış, kardeşlik, dostluk, bolluk ve bereketi barındırdığı düşüncesini ön plana çıkararak kutlamamız gerektiğin bilinciyle hareket etmeliyiz.

Mart 21, 2018 13:41

Ahmet Yesevi İslam Anlayışı-Emevi İslam Anlayışı!

Tüm Türk yurtlarında yaşatılmakta olan Ahmet Yesevi'nin "Türklük kaderim, İslam ise tercihimdir."İslam anlayışı ile gelenek ve göreneklerine ters düşmeyecek şekilde yaşanılmaya başlamış ve bunun üzerine de Türk coğrafyasında hızla kabul görüp, yayılmıştır. Yer yer direnç gösreterilmesinin sebebi ise devrinin Emevi İslam anlayışı idi. Dayatılmak istenen bu anlayışın temelinde, islam adı altında Araplaştırma ve Arap milliyetçiliğinin işlenilmesiydi. asırlarca bu anlayışa karşı direnen Türk-İslam anlayışı, nihayet öz elimizle, Yavuz Selim eli ile kendi başımıza geçirilmiş ve o günden sonra İslamın bilime ve eğitime bakışı Türk dünyasında zemin kaybetmiştir. Yavuz dönemine kadar, İslamın bilime bakışı ve Türk dünyasında bilimin kabul görmesi çok yüksek seviyede yaşanmıştır. Bunu sözkonusu devirleri incelediğimiz taktirde rahatlıkla görmek mümkündür. Özellikle, Emevi hakimiyetinden sonra Abbasiler devrinde medrese eğitiminde zirvedekiler genellikle Türklerdir. Bunların başında İbni Sina, Farabi, Ali Kuşçu gibi çok değerli alimler gelmektedir. Çünkü, Türklük İslamı kabul ettiği zaman kendi gelenek ve değerlerinden uzaklaşmadan kabul etmiştir. Oysa, 16. Yüzyıl Osmanlı anlayışı, devlet kademesinde bu değer ve düşüncelerden uzaklaştığı için, medrese eğitimi de, İslamın eğitime bakışı da bilimden uzaklaşmış, dar bir çerçeveden geleceğe bakar olmuştur. O yüzdendir ki Osmanlının çöküşü de bir o kadar hızlı cereyan etmiş, sözkonusu acı sonu hazırlamıştır. Bilim karşısında diz çöken Osmanlı İmparatorluğunu gören Mustafa Kemal, toplumu ileriye taşımanın bilimin ışığında ve islamın aydınlık yüzü ile olacağını görmüştür. Bunu hayata geçirmek için, İslamın şekli boyutunu ortadan kaldırmak için büyük çaba göstererek, tekrar Türk İslam anlayışına yönelmiş, Ahmet Yesevi'nin islami anlayışını Türklükle yeniden buluşturmaya çalışmıştır. Ne yazık ki asırlar boyu Emevi İslam anlayışı ile yaşayan ve o değerlerle dönüştürülenler, İslamın elden gittiğini savunarak bir çok defa ayaklanmalara kalkışmışlardır. Geldiğimiz şu anda ise Atatürk; Ahmet Yesevi İslam anlayışının son uygulayıcısı olarak, büyük bir cephe ile karşı karşıya kalmıştır. Maalesef, günümüz politikacıları popülist politikalar uygulayarak, toplum için gerekli olanları değil, kendileri için araç olabilecek anlayışları hayata geçirmek istemektedirler. Bir diğer deyişle: yine Emevi anlayışını topluma dayatmaya başladılar. Asıl acı olan islam adına, islamı karanlığa gömerek, emperyal güçlerin ekmeğine yağ sürmekteyiz. Bu durum karşısında seçimin topluma kalmış olduğunu bilmem söylemeye gerek var mıdır ?

Dekabr 25, 2017 15:56

Asırlık travmadan çıkış!

20.Yüzyılın başlarında Azerbaycan Muhaceratının yaşadığı acı ve eziyetlerin tesirinden kurtulma süreci tamamlanmıştır...Bu günlerde edebiyatımızda işlenilmeğe başlamıştır.Bu gün Neşe Kutlutaş'ın, Vadi Yayınlarından yayınlanan "Kayıp Topraklar" adlı bir hikâye kitabını okudum. 16 ayrı hikâyenin bir arada olduğu bu hikâye kitabının çok önemsediğim kitabın adının olduğunu söyleyebilirim.Eserin kendine özgü bir dili var ki, hikâyelerin özünde hüzün, acı, yaşanmışlıkları yazar, adeta dantel titizliğinde işlemiş ve de kalemiyle sayfalara zerk etmiştir.Kitabı okuduğumda bana atayurdum Revan'ı göç yollarının ağır azaplarını çağrıştırmakla kalmamış;coğrafyamızın tarihinde bir utanç sayfası olduğunu göstermiştir. Yıkıcı göçlerle ölüm, vahşet, acı, kan ve gözyaşını yazar, ruhun derinliklerine bir nakkaşe edasıyla işlemiştir. Bu günlerde Azerbaycan Muhaceratı ile ilgili birçok kitap okudum ancak, Neşe Kutlutaş hanımın kaleminin samimi, içten ve akıcılığına şahit olabilirsiniz. Okuduğum sürece hikâyelerin içinde yaşama duygusundan kurtulamadım. Söz konusu eserde bir noktaya da dikkat çekmek isterim ki, her hikâye Azerbaycan Edebiyatının Güney kanadının temsilcisi, dünyaca ünlü şairi, üstad Hüseyin Mehmet Şehriyar'ın "Heydar Babaya Selam" şiirinden beşliklerle başlamaktadır. Yazar burada da Azerbaycan'ı adeta yaşanılan acılarda bütünleştirmiştir.Yaklaşık olarak yüzyıllık mazisi olan Azerbaycan Muhaceratı, sanırım yaşamış olduğu travmanın son bulduğuna dair işarettir, diyebiliriz. Muhacir neslin yaşadığı acıları, sinesinde boğduğu çığlıkların ikinci ve üçüncü nesil kalemlerce dile getirildiğini görmek, onların ruhuna huzur vermiştir umarım... Azerbaycan Türklüğünün yaşamış olduğu müsibetler yanında, kaybedilen yurtlarımızda atalarımızın dağıtılmış mezarlarına yakılmış ağıttır "Kayıp Topraklar"... Her hikâye ayrılığa, hasrete, özleme ve de ıstıraba bir kapı aralamış, o aralıktan yaşanmışlıkları okuyucuya tiyatro sahnesi gibi izletmektedir. Yazarını böylesine harikulade bir eserden dolayı kutluyorum. Bu eser , bir daha vurgulamak istiyorum ki, Azerbaycan Muhaceratının sessiz çığlıklarının bir asır sonra dışa vurumudur...

Dekabr 21, 2017 13:11